Herkes her yönden dahil olmaya çalışıyor, en azından dışında kalmamak için hamleler yapıyor ya da böyle bir şeyin olmadığı, asla olamayacağı hakkında (mümkün olmasına pozitif ve negatif anlamlar yükleyerek) çıkışlar yapıyorsa, kesinlikle bir “süreç” başladı diyebiliriz. Çünkü süreç, -herkese göre farklı bir sonucu işaret ediyor olsa bile -önce kendini var eden eylem veya fikir kronolojisi. TDK, “Bir olayın ya da olayların, işlemlerin belli bir sonuca doğru gidişi, düzenli olarak birbirini izleyen değişmelerle gelişip oluşması” olarak tanımlıyor. Biraz eksik olan bu tanımda, “sonuç” meselesini “değişimle” fazla ilişkilendiren bir ima var. Bu anlam, kavramın kullanım ağırlığında da çok baskın. Oysa önemli bir değişim olmadan hatta böyle bir niyet dahi olmadan ilerleyen ama son derece belirleyici hale gelen, davranış ve düşünüş serileri de süreç. Bazıları sonuca ulaşmadığından başarısız, bazıları zaten sonuçsuzluk amacıyla üretildiği için başarılı. Zira önemli bir değişiklik veya “çözüm” gibi menzili olmayan bir akış/zemin yaratmak ve bu durumun yarattığı geçici ya da kalıcı refleksleri değerlendirmek de kurgulanmış hedef aslında. Hatta “süreç” fikrinin yaratılmış olması zaten çok hızlı ve en kuvvetli sonuç. Ayrıca süreç başlatanın “sonuç” beklentisiyle uyumlu biçimde ilerleme mecburiyetinde değil.
“Süreç”, kendi başına pozitif çağrışımı olan, değişim vadeden bir içerik hatta anlam taşımak zorunda da değil. Fakat başına eklenen ve amaçlanan “sonucu” ima eden kelimeler; kavramı, siyasi etiketlere çeviriyor. “Çözüm”, “açılım” veya “müzakere” gibi ön eklerle, yönlendirici bir isim haline geliyor. (“Helalleşme” “normalleşme” ve “yumuşama” süreçlerinde de olduğu gibi) Kürt meselesi bağlamında birkaç kez gündeme gelen “süreçler” ise en yaygın kullanımla “çözüm süreci” diye etiketlendi. “Çözüm” de genellikle pozitif çağrışımlı bir kelime ama bahse konu süreçler, “çözdüğü” herhangi bir şey olmamasına rağmen, bu isimle anılmaya devam ediyor. Bu durum, “çözüm” fikrinin toplumda yarattığı hevesi ve cazibeyi gösteriyor olabilir. Derdi, sıkıntısı olanlar için, çözüm ya da bunun konuşulma ihtimalinin -peşin teşekkürü hak edecek kadar olmasa da- heyecan (memnuniyet) yaratması normal. Fakat “çözüm süreci” ismi, sürece amacı ve işleyişi açısından tamamen karşı olanlar tarafından da “çözüme” negatif anlam yüklenerek kullanılıyor. “Çözüm”, olmaması gereken, hatta olması teklif bile edilemeyecek şeyleri temsil ederek kodlanıyor. O yüzden “çözüm süreci geliyor“ sözü, bir felaket haberi verir gibi tonlanıyor. Ötekinin cennet tasavvurundan kendi cehenneminin haberini almak” da diyebiliriz.
En acayip heyecanlardan en tuhaf hezeyanlara kadar yayılan, yadırgatıcı aceleciliklere veya anlaşılmaz kayıtsızlıklıklara konu olan bir sürecin başladığına şüphe yok. (Süreç başlatmanın bu kadar kolay olması ayrı bir mesele ama geçen haftaki yazıda buna biraz değinmiştim) Bu sürecin, -TDK’daki “süreç” tanımına atfen- hangi “belirli” sonucu doğru ilerlediği veya varabileceği ise çok taraflı ve muhtemelen çok sert tartışmaların konusu olacak. Bu tartışmalara katılırken, sürece verilen isimden, başlatıcı ve aktif aktörlerden, geçmiş deneyimlerden (tarihten) yola çıkarak bazı çıkarımlar yapmak mümkün. Bu bakış açılarının bize anlattığı hakikatler ve verdikleri ilhamlar olacaktır. Ancak bütün süreçlerde olduğu gibi, bu süreç için de, nedensellik bağlamı çok daha önemli. Kim, hangi isimle, neye benzer biçimde ve neyi amaçlayarak yapıyor olursa olsun, bu yola girmesinin ve herkesi davet etmesinin, elbette katılanların gerekçeleri nelerdir? Elbette bu gerekçe tek ve mutlak olmak zorunda değil. Birçok faktör ayrı ayrı ve birlikte bu nedeni üretmiş olabilir. Fakat belirleyici dinamikleri ya da ağırlıklarını anlamaya çalışmak, en azından bunu hep göz önünde bulundurmak tartışmanın sıhhati açısından son derece lüzumlu. Ayrıca işleyen sürece dahil olmanın, müdahale edebilmenin hatta başka bir sürece evrilmesi de, bu nedenselliği doğru anlamakla mümkün.
İlk ayrışma, iç ve dış dinamiklerin belirleyiciliği konusunda. Süreç, en beklenmedik aktörün (Bahçeli) hamlesiyle açıldığı için, “arkasında başka bir iş olmalı” şüphesi güçlüydü. “Karışan Ortadoğu” konjonktürüyle örtüşen zamanlama ve böyle düşünülmesini arzulayan provokatif açıklamalar da katkı verdi. “Dış dinamiklerin” asıl belirleyici olduğu fikri, birbirinden çok farklı çevrelerde -birbirine tamamen zıt neden-sonuç ilişkileri kurularak- bolca kullanılıyor. Mesela hem İran’ın İsrail’e ve Türkiye’ye karşı, hem İsrail ve ABD’nin İran’a karşı PKK kartını oynamaya hazırlanmasından bahsedilebiliyor. Türkiye’nin bölgesel nüfuzunu artırdığı için aktör tasfiyesine giriştiği veya nüfuzunu kaybetme endişesi ile pazarlık masası kurmaya kalktığı iddia ediliyor. “Kürt meselesinin uluslararasılaşması” kalıbı, akıl almaz komploların veya “bir şey olmaz” kayıtsızlığının gerekçesi olarak ve hem pozitif hem negatif vurguyla zıt taraflarda rağbet görüyor. “Dış dinamik” iddiaları, -genel cahilliğe güvenerek- komplolara, sahte ciddilik ve gizem üreten kolaycılığa sığınıveriyor. İddia sahipleri kapalı bilgi alanının dehlizlerinde kafalarına göre koşuştururken, süreç yürütücüleri de meseleyi perde arkasında tutma konforundan yararlanıyor. Sonuç, süreç yönetimi için bulunmaz imkan.
Gelelim iç dinamik değerlendirmelerine. Bu perspektifin de, en aşırı uçlara kadar genişleyen bir yelpazede destekçileri var. Bahçeli’nin kendi hamlesini bir imkan olarak işaret etmesi, yine önemli ateşleyicilerin başında geliyor. Yakın tarihi unutmaya razı olanlar ve “çatışma çözümleri” teknolojisine fazla güvenenler, bunu yeni fırsat olarak değerlendiriyor. Bir başka görüş ise aynı gerekçeyle “sürecin” imkansızlığını ileri sürüyor. “Normalleşmenin” alabildiği “verimli” sonuç veya önceki yıllarda da iç dinamiği kontrol enstrümanı olan anayasa tartışmalarıyla kurulan ısrarlı ilişki de güçlü unsurlar. Elbette muhalefet kamuoyunda ikna edici bulunan en revaçtaki yorumlar, siyasi aritmetikle ilgili. Meclis çoğunluğu, oy havuzları, yeterli veya eksik toplamlar ve pazarlık masalarıyla tarif edilen ve ilk görülenden ibaret kaba bir denklem kuruluyor. Ancak “hazırlanmış bir anlaşmanın lansmanını mı izliyoruz yoksa pazarlık için eller yeni mi açılıyor”, işte bu konuda bir konsensus yok. İddiaların ve öngörülerin çeşitliliğine -bir niyet ve algı turnusolu olarak- bakılınca, resim daha rahatsız edici hale geliyor. Neticede, “hoşumuza gidecek şeyler yapın, biz de size ne edeceğimize bakarız” tavrı, sürecin elitler arasında ve kamuya kapalı tutulma mutabakatını işaret ediyor. İktidar için kutuplaştırmanın kendi dışında tekrar kurulması için bereketli zemin.
Neden veya asıl dinamik konusundaki yaklaşımların her iki tarafında sorunlu genellemeler mevcut. Her yaklaşımın ucunu yakaladığı bir hakikat var elbette. Çeşitli açılardan bakıldığında, iç dinamiklerin asıl belirleyici olduğu kanaatim giderek güçleniyor. Hatta sürecin kendisinin “beklenen sonuç” olduğu fikrine yakınım. Çünkü Kürt meselesi, gayet haklı “uluslararasılaşma” iddialarına rağmen, hem tarihsel hem de güncel olarak hala en güçlü iç dinamik olduğunu düşünüyorum. Çoğu zaman dış dinamiklerin zorlamasıyla harekete geçmiş olsa bile bu iktidarın ve özellikle Bahçeli’nin temsil ettiği kanadın bu yaklaşımla uyumlu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu dinamiğin basit bir aritmetik problem olarak ele alınması, Kürtler için rencide edici olması yanında memlekete de büyük haksızlık. Bu indirgeme, ister haklı bir siyasi manevra deyin ister ihanet olarak görün, “siyaset yapma” izni ve alanındaki vesayeti onaylamak demek. Süreç kiminle yüründüğüne, çözüm ise kiminle arandığına bağlı olarak içerik kazanıyor. Daha önceki süreçler toplumdan kaçırılmış ve bunun lüzumlu olduğu anlatılmıştı. Bu sefer başka türlü davranmak mümkün. Özgür Özel’in bölge gezisi, zamanlama açısından “iktidarın peşine takılma” gibi görünse, bile, “kimler kimlerle beraber” ucuz muhalefetinden daha isabetli. DEM Parti’nin “CHP olmadan olmaz” demesi de öyle.