Dünyada Soğuk Savaş 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve peşine 1991’de SSCB’nin çökmesiyle sona erdi. Bölgemizdeyse ömrü daha uzun oldu. İki BAAS diktatöründen Şam’da Hafız Esat 2000’de öldü. Bağdat’ta Saddam Hüseyin 2003’de devrildi. Şimdi sıra 1979’daki devrimle kurulan İran islâm cumhuriyetinin 1982’de Lübnan’da kurdurduğu Hizbullah başta sınırötesi asimetrik savaş kollarının kesilmesine geldi.
Eğer Ankara görünmez bir elle bölgemizden bize yönelen gerçek beka tehditlerini kendi ayıklıyor olsa bu kadar olurdu. Başka deyişle Erdoğan çeyrek yüzyılının arka planındaki temel anlatı “Amerika şu kadar bin mil öteden geldi, sınıriçi ve ötesi Kürtlerin işbirliğiyle bizi bölecek” değil. IŞİD’in nasıl yurdumuzda, özellikle büyük kentlerimizde, korkunç bir terör fırtınası estirebildiği ve o fırtınanın nasıl olup da başladığı gibi apansız dindiği ayrı muamma. Ama Ankara’daki malum “dirijist” mahfillerin, islâmcı karadüzenci yetki ve milliyetçi devletçi etki sahipleriyle hücrelerini yenileyerek, “ABD emperyalizmi” ardına sakladıkları Batı karşıtlığı ve Kürtleri tepeleme oyunları aralıksız sürüyor.
Bu bakımdan, “başarısız” diye tanımladığımız 15 Temmuz 2016 darbe girişimi denli, başta başkanlık rejimine tekme-tokat geçiş ve Suriye’de kalıcı askeri varlık olmak üzere, etkileri derin bir müdahaleyi cumhuriyet tarihimizde yaşamadığımız dahi ileri sürülebilir. CHP’deyse bugünkü gibi “Kürt sorunu” ve olası çözümü gündeme geldiğinde sağır ve dilsizleşme yahut kafa karışıklığı sakıncası ya düşüncenin yerine devinim ikame edilerek bertaraf edilmeye çalışılıyor veya tam aksine cüret gereken yerde atalet görülüyor.
Bitkisel hayatımız böylece sürerken Nobel ödüllü medar-ı iftiharımız Daron Acemoğlu önümüzde akıllarımızı başlarımıza devşirip kendimizi toparlamamız için ancak 10-15 yıl kaldığı uyarısını beyhude yineleyip duruyor. Aciliyet duygusu ortaya çıkmaz yahut bile isteye ortadan kaldırılır, 31 Mart’ın yarattığı heyecan sönümlenirken, erken seçim beklentisi de ufukta serap gibi yitip gidiyor.
Ve sancaktarlığını Erdoğan’ın yaptığı yeni muktedir kadronun üyeleri nasıl bir kişilik bölünmesi yaşıyorlarsa yukarıdaki türden eleştiri getirenleri güncel “meseleleri Türkiye eksenli okumak yerine Batı merkezli okumakla” itham ediyor. Oysa hiç akıldan çıkmamalı ki ülkemizin tarihsel yönelimi ve organik kimliği Osmanlı devrinden bu yana Batı’ya dönük. Aynalarla ne kadar kavga edilirse edilsin, Türkiye ne bir İslâm cumhuriyeti ne bir Arap devleti. Ama Türkiye NATO müttefiki, Avrupa Konseyi kurucusu, Avrupa Birliği adayı bir laik cumhuriyet. Nasıl örnek olarak Japonya da Kore de Erdoğan ve yandaşlarının bir türlü içine sindiremediği o küresel Batı’da ise, Akdeniz’e uzanan bir yarımada olan ülkemiz de öyle.
Nitekim sarayın arka odalarında üretilen İsrail’in ülkemize saldırma hatta işgal etme tehdidi Erdoğan ve Bahçeli’nin bütün feveranına rağmen kendi seçmen kitleleri üzerinde dahi etkili olamadı. Yapılmamış harcamadan vergi kesmek garabeti, “ihanet!” suçlamasıyla ilk günden öne atılan bilindik işgüzarları da açığa düşürecek biçimde yine bizzat Erdoğan’ın talimatıyla rafa kalktı. İsrail’in Gazze şeridinin kuzeyinde ve Lübnan’ın güneyinde birer insansızlaştırılmış güvenlik alanı yaratmak istediği doğru. İsrail; Filistin, Lübnan ve Suriye’de belirlediği hedefleri de dilediği zamanlamayla zaten vuruyor.
İsrail, Gazze’ye insani yardımı yasaklayacak, Lübnan’daki BM barış gücü UNIFIL’in çekilmesini talep edecek denli bir kuralsızlığı bölgede yeni norm olarak dayatıyor. Savunma Bakanı Gallant’ın açıklamasına göre Hizbullah’ın roketlerinin üçte ikisini yok etti. Ayrıca yönetici kadrosunu ve örgütün kırk yıllık dokunulmazlığını ortadan kaldırdı. İşgal ettiği Suriye’nin Golan tepelerindeki egemenliğini ve Kudüs’ün başkentliğini ise zaten ABD’ye tanıtmıştı. ABD askeri yardımı da 5 Kasım başkanlık seçimlerinin sonucu ne olursa olsun kesintisiz İsrail’e akmaya devam edecek.
Suriye’nin İsrail’e tehdit oluşturacak, kuzeyden yeni bir cephe açacak ne gücü ne niyeti var. Hatta Beşar Esat, 1982’de babasının Hizbullah’ı kuran Devrim Muhafızları’nı topraklarında uzun süre barındırmadan Lübnan’a geçirmesi gibi, fırsattan istifade ilkinin Lübnan’a ve ikincisinin İran’a bugün geri dönmesinden hoşnut olacak ve bunu cesaretlendirip, kolaylaştıracaktır. Bu hassas ama vaatkâr dönemde de havuç ve sopa kullanımı seçeneklerini iyi dengeleyebilecek bir Türkiye’yle arayı düzeltmeyi muhtemelen önceleyecektir.
Ankara’daki o aynı arka odalardan da kuşkusuz önlerindeki sahnenin bu güncel durumuna bakılıyor: İsrail’in Golan’ı çoktan ilhak ettiği, şimdi Gazze’nin kuzeyinde ve Lübnan’ın güneyinde tampon bölgeler kurduğu görülüyor. Gözler Irak’a döndüğünde, ABD’nin çekildiği ve İran’ın istiminin kesildiği kayda geçiriliyor. Bu görünüm onlara Suriye ve Irak’taki askeri varlığın hepten yaygın, derin ve kalıcı olması için bir fırsat sunuyor. Yine aynı kafalara muhtemelen KKTC için de Hatay’a benzer bir yolla önce bağımsızlık ardından iltihak hülyaları kurduruyor. Tam da bu sırada yıkıcı bir ekonomik bunalımdan geçilmesi münasebetsizliği (!), henüz olguya dönüşemese da algısı, anlatısı, esintisi yeterli bir “Kürt süreci” ve sınırötesinde Neçirvan Barzani’ye destek, Neçirvan Barzani’den destekle gidermeye çalışılıyor.
Eğer bu varsayımlar doğruysa yahut en azından gerçeğe oldukça yakınsa, gerçeğin bir kısmını yansıtıyorsa Ankara’daki mutad zevat durumdan yanlış dersler çıkarıyor ve had safhada sakıncalı, boylarını aşan, zamansız oyunlar kurmaya kalkıyorlar demektir. Zira ergenlik hülyalarıyla siyasal varkalma savaşımı örtüştüğünde ortaya başdöndürücü bir tılsım değil büyücü yamaklarına yakışan bir zehir çıkıyor. Buna karşılık, iktidar tarih ve coğrafya derslerinden bütünlemeye kalıyorsa, muhalefette de şuur ve tasavvur açığı göze çarpıyor.
Dış ilişkiler ve ulusal güvenlik politikalarında muhalefetin teşhir edebileceği ama etme fırsatlarını çoğu zaman ıskaladığı pragmatizm denilen riyakârlık, akıl sanılan kurnazlık, esneklik sayılan tutarsızlık örnekleri pek çok: Örtülü olması ve öyle kalması gereken işler ucuz böbürlenmelere, kısa dönem kazanımlara konu ediliyor. Kaçınılması gerektiği her kurmaylık okulunda öğretilen ucu açık konuşlanmalar, nihai siyasal hedefi belirsiz askeri harekâtlar terörle mücadelenin biricik yöntemi gibi belletiliyor, usul ittihaz ediliyor. Sivil-asker ilişkileri darmadağınık, karmakarışık ve genelkurmay başkanlığının milli savunma bakanı atanmaya tam karine teşkil etmesiyle hepten abuk sabuk bir hal almış durumda. Ordunun “ibişleşmesi”, kendi kendine yapılan yanlışlarla yitirilen caydırıcılık ve taktiklerin stratejiye ikame edilmesi acemilikleri ayrıca ortada.
Geçen yazımda da yer verdiğim üzere, CHP fazlaca derin düşüncelere, tarihsel ve siyasal sorgulamalara dalıp da kekelemek zorunda kalmadan şu çağrılarda bulunsa olmaz mı: Gelin Avrupa Konseyi’nin yerel yönetimler sözleşmesine koyduğumuz çekinceleri kaldıralım. Gelin Terörle Mücadele Kanunu’nu Avrupa Birliği mevzuatıyla uyumlu hale getirelim. Gelin AİHM ve AYM kararlarını hemen bugün tümüyle uygulayalım. Gelin en azından kendi anayasamızda yazdığı kadarıyla protesto hakkına, ifade özgürlüğüne sahip çıkalım. Murat Sevinç daha veciz ifade etmiş: “Azıcık’ demokrasi olmuyor, olamıyor ne yazık ki. ‘Birazcık’ ifade özgürlüğü de. Şöyle, ‘ucundan’ hukuk devleti?”
Önümüzdeki temel konu ve çözümü böylesine yalın. Bunlar olmazsa, “Kandil İmralı Beştepe” yahut Ankaralı Hüseyin’in güftesiyle “Ulus Cebeci Çankaya / Gardaş deriz kankaya / Bize her yol Paris değil / La bize her yer Ankara” diye mırıldana mırıldana daha epey karşılıklı oynar dururuz. “Kürt sorunu çözülmeden Türkiye cumhuriyeti gerçek bir demokrasi olur mu, yoksa Türkiye Cumhuriyeti gerçek bir demokrasi olduğunda zaten Kürt sorunu da kendiliğinden çözülmüş mü olur” (sekans) sorusu önünde düşünüyormuş gibi yapmayı sürdürürüz.