Oturumlar mevsimindeyiz. Türlü oturumlar, toplantılar düzenleniyor. Uzmanlar, yurtdışından davet edilenler, öz kaynaktan yetişenler bir araya gelip konuşuyor. Dışarıdan bakan tarafsız bir gözlemciye sorulsa, ülkemizde hava sıcaklığının mevsim normalleri üzerinde seyrettiğini belirtebilir ve capcanlı bir sivil toplum ortamı bulunduğunu varsayabilir. Kurmaylık öğretisine göreyse varsayımlar bütün çuvallamaların atasıdır.
Örnek olarak ortaya pek de etliye sütlüye dokunmayacak “Avrupa Birliği yolunda” yahut “21. yüzyılda enerji gereksinimleri” gibi bir başlık atarsanız; sonra altına geçip, o asude gölgelikte dilediğinizce sunumlar yapabilir, görüş alışverişinde bulunabilirsiniz. Sanki anayasa askıda değilmiş, hukuk guguk olmamış gibi. Sanki dış ilişkiler ve ulusal güvenlik politikalarında akılcılıktan eser ve ümit kalmış gibi. Sankileri uzatmak mümkün ama sanırım meramım anlaşıldı -sanki.
İşte, “ha sonbaharda ha ilkbaharda” denilen “erken seçim” bakınız parmaklarımızın arasından kayıp gitti bile 7 Mayıs 2028’den hemen önceye doğru. Ne demiş büyük şair: “Artık ne gelen, ne beklenen var / Tenha yolun ortasında rüzgâr / Teşrin yapraklarıyla oynar.” Başka deyişle, “2.5 benden, 2.5 senden” kampanyası çalışmadı. Nasıl çalışacaktı ki, Erdoğan’ın çeyrek yüzyıldır elinde tuttuğu “sahneyi dilediğince düzenleme” yetkisi ve medya tahakkümü, üstelik sürekli genişleyerek, elindeyken.
Yan top zafiyetinin devam ettiği görülüyor muhalefetin. Uydurma İsrail tehdidi konusunda yine kendi attı kendi kalesine golü. Oturumu kapatınca Erdoğan’a kaptırdı inisiyatifi. Zira, bizatihi oturumun kapalı yapılmış olması hem “var bir çapanoğlu tevekkeli” dedirtti kalabalıklara, hem Erdoğan ve sözcülerine “içeride anlattık, anlamadı bunlar” deme olanağı sundu. Artık bu kadarının da yenmeyeceği varsayılıyor. Oysa yenilen kadarı da kafidir çoğu zaman siyaseten.
O bitti, yeniden barış süreci bahsi açıldı. Ne feraset sahibiymişim (!) ki, Hülya Avşar ile Ciwan Haco’nun Kürtçe düet yapacağı haberi çıktığında, “yeniden megri megri?” yorumu yapmışım. Şimdi bekle ki CHP ses versin. Efendim zaten meclis aritmetiği fazla siyasete müsaade etmiyor. Tam yeni anayasanın önünü kestiklerini sanarlarken, yine kaçırdı Erdoğan muhalefet stoperlerinin arasına gizli santrforu: Malum, atağa kalkılırken kaptırılan toplar…
Ağız alışkanlığından olacak, DEM’den gelen ilk tepki de “onurlu barış” oldu. Korkarım gramer ve vokabüler üzerinde uzlaşmadan aynı dilde konuşarak anlaşmak mümkün değil. “Barış” deyince hangi durum, denklem, düzlem anlaşılmalı? Kimle kim arasında barış? “Savaş” varsa kimle kim arasında da, şimdi barış olacak? Oraya, Demirtaş’ın üzerine zindan kapısını kilitleyip, dönüp anahtarı da denize atıp, İmralı ile Kandil’i devreye sokarak mı varılacak? “Ver Demirtaş’ı, al Öcalan’ı” mı?
Burada CHP için bir demokrasi çıkışı yapacak ortam var: “Bırakın bu ‘milli devlet’ safsatasını, ona ‘ulusal egemenlik’ denir, onu da bu ülkeye getiren kurucu Atatürk’tür. Gelin Avrupa Konseyi’nin yerel yönetimler sözleşmesine koyduğumuz çekinceleri kaldıralım. Gelin Terörle Mücadele Kanunu’nu Avrupa Birliği mevzuatıyla uyumlu hale getirelim. Gelin hiç yoksa anayasada yazdığı kadarıyla protesto hakkına, ifade özgürlüğüne sahip çıkalım.” dese ne olur? Haşa, gökkubbe başımıza mı geçer?
CHP, AKP-MHP ortaklığının riyakârlığını da teşhir edebilir. Nedir o? Şudur kabaca: “Kandil’le arana mesafe koy, terör vesayetini bitir. Gel meclise gir. Gir ama sakın doğuştan yetenekli, üzerine erken yaştan deneyimli ve birikimli, ‘siyasetin Maradona’sı’ denilebilecek Demirtaş gibi bir lider çıkarıp da oyunu kendi mahallenin ötesine taşıma; farklı mahalleler arasında köprü kurmaya, İmralı’ya, Kandil’e alternatif yaratmaya kalkıp, Kürt sorununu güvenlik dosyasının dışına siyaset alanına taşımaya kalkma. Senin de neyi, kimi temsil ettiğin belli değil. Biz -ki sen onu ‘devlet’ sanmaya/saymaya devam et- İmralı ve Kandil’le konuşur, sana gereken talimatı verdiririz; sana düşen beklemek ve saygıda kusur etmemek”.
Dermişim. Hangi riyakârlığın, nerede teşhiri hele? Meğer, CHP Libya tezkeresine çoktan “evet” demeye karar vermiş. Suriye tezkeresinde de çubuğun ucu “evet” oyuna doğru bükülmüş de gerekçelendirme gayreti başlamış. Herhalde temel gerekçe yine “seçmende karşılığı var” olacak. Yani karşı tarafın seçmeninde. Bu tarafın seçmenine söylenense ezelden beridir hep aynı: Tatava yapma, bas geç! Bizim de birinci işimiz tatava ekmeği yemek, ne yapalım. Vızıldanıp duruyoruz kendi çapımızda.
Önümüzde 29 Ekim, sonra 10 Kasım var. Kurşun gibi ağır bir kasvet, hamaset ve ezber yerine canlı, türlü düşünceleri gıdıklayacak bir kutlama ve anma bekleyebilir miyiz misal, bu defa CHP’den? Olmadı oturmaya devam ederiz biz de. Nitekim muhalif olma iddiasındaki TV kanallarının stüdyolarında oturuluyor, oturum eylemleri yapılıyor her akşam. Otura otura kazanacağız! Ama açık, ama kapalı. Ağır ol da “molla” desinler. Taş yerinde ağırdır. Erişir menzil-i maksuduna aheste giden. Onlar oturur, Erdoğan oturtur.
*Meraklı, tutkulu, arzulu, sorgulayan, önde basan, civanmert okur yazının başlığına ilham veren “Beyaz Gül, Kırmızı Gül” parçasını İbrahim Tatlıses’in sesinden burada dinleyerek kendince coşabilir.