Bu tarih, dünyanın her bir tarafında 7 Ekim’de başlayan ve giderek yayılma eğilimi gösteren savaş sarmalıyla ilgili çok yönlü bir muhasebe yapılmasına da vesile oluşturdu.
Muhasebede herkesin üzerinde birleştiği temel nokta, savaşın daha ne kadar genişleyeceği, ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı hususlarında bu aşamada hiçbir iyimser tahminin yürütülemiyor oluşudur.
Salt Gazze ekseninde bakıldığında, çatışan ana aktörlerin katı tutumları nedeniyle barışa dönük bütün kapılar şu an kapalı görünüyor. Yıldönümüne ilişkin yorumlarda “Bitmeyecek savaş” şeklinde atılan başlıklar bu durumun az çok kabullenildiğini gösteriyor.
Savaşın bölgeyi ve uluslararası ortamı nereye sürükleyeceğini bilemiyoruz. Ucu açık bir şekilde artçılar halinde sürmekte olan ve sert kırılmalara yol açan şiddetli bir depremle sarsılıyoruz.
Gazze’de yaşananların sonuçları yalnızca çatışma bölgesiyle sınırlı kalmıyor; dünyanın birçok noktasına farklı tezahürlerle yayılıp, kendisini gösterebiliyor. Tek bir örnek vermek gerekirse, ABD’de üniversite kampuslarında ifade özgürlüğünün sınırlarının sınanmasını da beraberinde getirebiliyor.
*
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, kendisini uluslararası hukuk kuralları ve hiçbir insanlık ölçüsüyle bağlı hissetmeyerek gerçekleştirdiği soykırımla bugün uluslararası düzeni de tahrip etmektedir.
Bu çerçevede 7 Ekim’in birinci yıldönümünde yapabileceğimiz tespitlerden birincisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tasarlanan uluslararası sistemin mimarisini oluşturmak üzere inşa edilen kurumların akıbeti ilgili olmalıdır.
Bu kurumların işlevsiz kaldıkları zaten çok uzun zamandır üzerinde büyük ölçüde görüş birliği bulunan bir husustu. 7 Ekim sonrası sürecin yol açtığı önemli bir sonuç, bu kurumların iflas ettiğinin adı konularak ilan edilmesi olmuştur.
BM, herkesin gelip dünyanın ahvali konusunda kürsüden görüşlerini uluslararası camiaya ifade edebildiği bir forum kimliğiyle, evet yararlı olabilir. Ama bu örgüt insanlığın yaşadığı yakıcı sorunlar, katliamlar karşında seyirci konumundadır. Örgütün reforme edilebilmesini mümkün kılacak bir yöntemin geliştirilebilmesi de bugünkü konjonktürde imkansıza yakındır.
*
Ancak bir muhasebede şu soruları da yöneltmek gerekiyor.
Her şey uluslararası kurumlardan mı beklenmelidir? Kurumların işlevsiz kaldığı bir durumda, ortalığı kaplayan bu kadar kötülüğe ‘dur’ denebilmesi için uluslararası camiada kuvvetli bir çıkış yolu bulunması gerekmez mi?
Dünyada insanlık değerlerine sahip çıkan ülkelerin, toplulukların bir araya gelip hep birlikte ortaya koyabilecekleri daha güçlü bir itiraz olamaz mıydı?
Kabul edelim ki, 2024 yılı itibarıyla üzerinde yaşadığımız yerkürede insanlık değerlerini savunanlar cephesi, kötülüğü destekleyenlere, göz yumanlara karşı önümüzdeki tabloyu değiştirebilecek güce sahip değil.
*
Geride bıraktığımız 12 ayın gözle görülebilir bir sonucu, Batı’nın eskiden beri savunduğu ‘kurallara dayalı uluslararası düzen’ söyleminin zaten sınırlı olan inandırıcılığının iyice ortadan kalkmış olmasıdır.
Tam bir yıl içinde İsrail’in ayrım gözetmeksizin 17 bin çocuğu öldürmüş olmasına seyirci kalanlar, bundan sonra ‘uluslararası kurallar’ diye ortaya çıktıklarında kendilerine kim, neden itibar edecektir ki?
Karşımızdaki tablo muazzam bir çifte standardı içeriyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde sivillere dönük güç kullanımını en kuvvetli şekilde kınayanların, aynı kararlılığı Gazze’de sergilemekten uzak kalmaları ağır bir inandırıcılık sorunu yaratıyor.
*
Sorunun bir başka yönü daha var. Aynı zamanda demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi yüksek değer ve ideallerin savunuculuğunu üstlenen bu ülkelerin önemli bir kısmının Gazze’de ahlaki bir zeminde kötü bir sınav vermeleri, kaçınılmaz olarak onların sahiplendikleri bu değerlerin üzerine gölge düşürmelerine de yol açıyor.
Burada yaşanan çelişki, bu haklı değerleri dünyanın başka noktalarında savunan grupların zaten çok zor olan işlerini daha da büyük bir sıkıntının içine sokuyor.
*
Geçen 12 ayın bir diğer düşündürücü sonucu, İsrail üzerinde etki icra edebilecek tek güç olan ABD’nin Netanyahu’nun bütün dünyaya meydan okuyarak yürüttüğü savaş karşısında hareketsiz kalarak, bir anlamda kendisiyle suç ortaklığına girmiş olmasıdır. Biden yönetiminin, İsrail’in savaşı kurallara uygun bir şekilde yürütmesi, ateşkes ilan edilmesi gibi başlıklarda yaptığı diplomatik girişimler de sonuçsuz kalmıştır.
Yaşanan hadiseler, ABD yönetiminin ve bu ülkedeki karar alma mekanizmasının İsrail ve onun temsilcisi Yahudi lobisinin ipoteği altında olduğunu sarsıcı bir şekilde bütün dünyaya göstermiştir. ABD’nin önümüzdeki on yıllarda Ortadoğu politikasını yürütürken İsrail’den bağımsızlığını kazanıp kazanamayacağı, bölgeye barış gelip gelmeyeceği sorusunun yanıtını da yakından ilgilendiriyor.
*
Atlantik’in bu cephesine bakıldığında ise Avrupa kamuoyları sıkça eleştirel bir tavır sergilemekle birlikte, Avrupa Birliği’nin kurumsal olarak iyi bir sınav verdiği söylenemez. AB’nin küresel bir kriz karşısında etkisiz kaldığı bir kez daha sınanmıştır.
AB’nin hükümetler kanadında bölünmeler ortaya çıkarken, Avrupa’nın başat gücü Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndaki soykırım günahının travmasından çıkamamış bir ülke görüntüsü veriyor.
Tabii, her seferinde kendimizi Batı’yı eleştirmenin kolaycılığına da kaptırmamak gerekiyor. Batı bir tarafa, İslam dünyasından da Müslüman Filistinlilerin Gazze'de uğradığı bunca zulüm karşısında bir bütün olarak kuvvetli bir haykırış yükselmemiştir.
*
Evet, bu muhasebede Netanyahu’nun geçen bir yıl içinde yaptığı kötülüklerin uzun bir dökümünü sıralayabiliriz; on binlerce insanın ölümünden, uluslararası alandaki bütün değerlere, kurallara zarar vermesine kadar...
Ama bir başka kötülüğünü de muhakkak vurgulamalıyız. O da, 2024 yılında hepimizi Gazze’de işlenen bir soykırıma tanıklık etmek durumunda bırakması, her akşam televizyonlarda izlediğimiz çocuk ölülerinin görüntüleri karşısında bizlere insanlığımızdan utanma duygusunu yaşatmasıdır...