Hamas’ın Gazze şeridinden İsrail’in güneyine düzenlediği ve bini aşkın sivilin ve ikiyüz dolayında askerin öldürüldüğü, 7 Ekim terör saldırısının ilk yılı dolmak üzere. Sözkonusu saldırıda Hamas’ın Gazze’ye kaçırdığı ve büyük çoğunluğu çifte vatandaş olanlar da dahil İsrail yurttaşı olan sayıları ikiyüzellinin üzerinde rehineden otuzunun halen hayatta olduğu varsayılıyor. Bunlardan bir kısmı Filistinli tutsaklarla değiş-tokuş edilmiş, çoğu İsrail’in askeri harekâtı sırasında hayatını kaybetmişti. İsrail hükümeti her ne kadar kalan rehinelerin geri getirilmesini ve sınırlarını güvence altına almayı iki temel önceliği olarak öne çıkarsa da kalan rehinelerin canlı kurtarılmasından feragat etmiş izlenimi veriyor.
İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıtı çekingen deyişle “orantısız” oldu. Düz anlatımla toptan kırıma ve yıkıma vardı. Gazze yaşanılır olmaktan çıktı. Zaten yetersiz olan altyapı yok oldu. Büyük bölümü çocuklar olmak üzere kurbanların sayısı 50.000’e yaklaştı. Ancak İsrail intikam için gözü dönerek davranmadı. Dehşet dengesini, caydırıcılığını yeniden kurmak için şimdi Lübnan’da ikinci perdesi açılan Dahiye Doktrini’ni uygulamaya başladı. Hamas’ı ortadan kaldırmanın olası olmadığını İsrail’i yönetenler de biliyordu. Onlar da Gazze’yi ortadan kaldırmayı ve Gazze’nin tüm sınırlarını kendi denetimlerine almayı tasarlayıp, seçti.
Dahiye Doktrini’nin telifi, eski genelkurmay başkanı olan ve savaş kabinesinden Haziran ayında ayrılan Gadi Eisenkot’a ait. Dahiye, Hizbullah’ın 1982’den bu yana İran desteğiyle yuvalandığı Beyrut’un Şii yoğun nüfuslu güney mahallesi. Doktrin, buranın altyapısını toptan tahribe ve yaşanılamaz kılmaya dayanıyor. Nitekim, İsrail bunun “deneme sürüşünü” Gazze’de yaptı, şimdi Lübnan’a sıra geldi. Yanlış anlaşılmasın: Bana sorulacak olursa, İsrail’in Lübnan’ı 1982’deki gibi Beyrut’a kadar girerek işgal niyeti yok. Hatta daha ileri giderek İsrail’in kendi kuzey sınırından Litani ırmağına dek dahi kalıcı bir kara harekâtı düzenleyeceğini, buna gerek duyacağını da sanmıyorum. Ancak insansızlaştırma (dilerseniz etnik temizlik) yoluyla Litani’ye kadar bir “tampon bölge” kurmayı hedeflediğini düşünüyorum.
7 Ekim saldırısının doğrudan sonucu, İsrail ile Arap ülkeleri arasında ABD aracılığıyla “normalleşme” olarak özetlenebilecek İbrahim Uzlaşıları sürecinin devamı veya belki zirvesi niteliğindeki Suudi Arabistan’ın İsrail’den nükleer teknoloji edinmesi karşılığında İsrail’i tanıması adımını kesmesi olmuştu. Şimdi İsrail; İran’ın yeni, beklenmedik ve görece ılımlı cumhurbaşkanı Mesut Pezeşkiyan’ın 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimlerinin sonuçlarını da gözleyerek ABD ile nükleer anlaşmayı canlandırmasını engellemeyi hedefliyor olmalı. Netanyahu, önce Nasrallah’ı alışılageldik karşılıklı elleşmeler sonrasında ateşkese varılabileceğine inandırarak Hizbullah’ı kıvama getirdi. Ardından Nasrallah’ı, o arada önde gelen isimlerden Karaki, Kubeysi, (Mugniye ile birlikte 1983 Beyrut saldırısının mimarlarından) Akil ve Kudüs Tugayı Lübnan komutanı Tuğg. Nilfuruşan’ı da ortadan kaldırarak İran’ı misilleme yapmak durumunda bıraktı.
İran misilleme yapsa da, yapmasa da kaybedeceği, en azından temposunu belirleme inisiyatifi elinden kaçmış bir savaşıma girmiş oldu. 200 balistik füzeyle yaptığı misilleme de bir önceki denli teatral olmasa da yine etkisiz kaldı. Belki İran, tırmanma için bir eşiği daha kendine sakladı, uzlaşı için kapıyı aralık bıraktı. 7 Ekim, İsrail için beklenmedik, gafil avlandığı bir darbeydi. Hizbullah’a karşı olansa hazırlıkları 7 Ekim’den de önce başlamış, özenle planlanmış bir savaş. İsrail’in disiplin, istihbarat ve teknoloji üstünlüğü ortada. Sonuç olarak 1983’te Beyrut’ta 241 ABD ve 58 Fransa askerinin öldürüldüğü intihar saldırılarıyla açılan o defter kapandı. 2003’te Irak’ı işgal ederek Saddam Hüseyin’i deviren ABD bu ülkeyi adeta altın tepside İran’a sunmuştu. ABD şimdi IŞİD için 10 yıl önce geri döndüğü Irak’tan askeri varlığını tümüyle çekerken bu defa İran’ın da uzun silâhlı kollarını İsrail eliyle budadı.
İsrailli yetkililerin medyaya sızdırdıkları doğruysa muhtemelen bu yazı yayımlanmadan İsrail İran’da kendi seçtiği askeri hedefleri ve belki bazı petrol üretim-dağıtım altyapısını da vurmuş olacak. Nükleer tesislerin vurulup vurulmayacağı henüz belirsiz. Nasrallah’ın öldürülme emrini New York’tayken şov yaparak veren NetanyahuPetrol hedeflerinin vurulması umurunda bile olmaz Ama küresel fiyatların etkilnemsi O arada İsrail, Nasrallah’ın yerini alacağı hissedilen ama açıklanmayan akrabası Haşim Safiyeddin’i de aynı yöntemle öldürdü. Daha önce Gazze’de 7 Ekim’in mimarlarından Muhammed Deif de öldürülmüştü. Diğer baş sorumlu ve Hamas’ın liderliğini Tahran’ın göbeğinde Devrim Muhafızları’nın resmi konukevinde işbirlikçiler eliyle öldürülen Hamas lideri Haniye’nin yerini alan Yahya Sinwar’ın akıbeti belirsiz. Yaşıyorsa da etkisiz. Başka deyişle, İran’ın İsrail tarafından aşağılanışı son derece derin.
İran’ın mollalar rejiminin güvenlik doktrini onyıllardır Şii nüfusu çoğunluktaki Irak ve Lübnan devletlerinin dış kabuğunu koruyup, bu devletleri devirmeden içlerine yuvalanan Hizbullah ve Haşdi Şabi milislerine, Devrim Muhafızları’nın Kudüs Tugayı (ki onun da “efsanevi” komutanı Kasım Süleymani’yi de Bağdat’ta ABD ortadan kaldırmış ve selefi İsmail Kani onun yerini pek dolduramamış, Nasrallah’ın siyasal alanı genişlemişti) üzerinden Suriye’de Esat rejimine verdiği askeri desteğe, devleti çökmüş Yemen’de Husi (Ensarullah) milis gücüne ve Gazze’de Hamas’a dayanıyordu. Bu gündüz külahlı, gece silâhlı “ateş çemberi” ve “direniş ekseni” anlatısı haftalar belki günler içinde sıfırla çarpıldı.
Esasen İsrail için eldivenler 8 Ekim itibarıyla çıktı. Onu yalnızca ABD durdurabilir, ABD de seçime beş hafta kala kımıldanacak durumda değil, niyeti de yok. Bu oyunda artık Nasrallah gibi bir hedefi safdışı bırakmak için Beyrut gibi bir kentin en yoğun yerleşim alanlarından birine tek seferde, dakikalar içinde 85 ton sığınak delici nitelikte bomba bırakarak, hedef kişiyle birlikte neredeyse bir mahalleyi tümden yok etmek faulden sayılmıyor. Zamanında (İsrail’in eski başbakanlarından ve bugüne dek en fazla madalya almış askeri olan) Ehud Barak’ın (mealen) “siz Ortadoğulu ve çılgınsanız, biz hepinizden daha fazla Ortadoğulu ve çılgınız” şeklinde açıkladığı strateji uygulanıyor. Söylemde aksini iddia etse de Netanyahu’nun eylemleriyle Hamas’ın elindeki yurttaşlarını canlı kurtarmaktan feragat etmesi bunun başat göstergesi.
Türkiye için sorulan “ne yapmalı” sorusuna benim basmakalıp yanıtım “mutlaka ve her durumda Türkiye bir şey mi yapmalı?” Zira pek çok kez atıfta bulunduğum üzere “diplomaside bazen az yapmak, çok yapmak demektir.” Öyle uygun görülüyorsa kamuya açık olmasa da karar alıcı mahfillerde ve mecliste sorulması gereken sorular: Dış politika ve ulusal güvenlik bakımlarından Filistin (davayı geçelim) bir öncelik midir? İran’ın mecalsiz kalması Türkiye’ye bölgesinde bir fırsat penceresi aralar mı? Hafız Esat Şam’ı ve Saddam Hüseyin Bağdat’ı yerine Suriye ve Irak’ın güncel dağınık ama birlikte görünümü ulusal çıkarlara daha uygun değil mi? Haşa, Hamas ne Kuvayı Milliye, ne Anadolu’yu savunuyor. Umarım ve dilerim ki CHP de “iç cephenin tahkimi” gibi bayat bir oltaya 8 Ekim’deki oturumda gelmeyecektir. NATO müttefiki, AK kurucusu, AB adayı; sıkleti, tarihi, coğrafi konumu, organik kimlik ve yönelimi belli laik cumhuriyetimize İsrail’den bir tehdit algısı, bu ancak “Emevi Camii’nde namaz” gibi bir islamcı ergenlik hayaliyse geçerli sayılabilir.
Şu retorik soruyla düşünceyi gıdıklamayı deneyerek sözümü bağlayayım: Acil serviste nöbet tutan bir cerrahın ambülanslar ağır yaralıları getirmeye başladığında histeri krizine girmesi mi beklenir; yoksa soğukkanlı biçimde işini yaparak, elinden geldiğince hayat kurtardığında insanlıktan nasibini almamış olmamakla mı suçlanır?