Muhalefetin Erdoğan’ı yenme ihtimalinden bahsedilmeye veya bu ihtimal üzerine stratejiler kurulmaya başlandığı noktada filizlenen adaylık tartışmaları, bir daha hiç yatışmadı, aksine giderek daha karmaşık hale bürünüyor. Sağ blok iktidarını garantilemek için oluşturulan “başkanlık sistemi” düzenlemesinin, istenen ve beklenen siyasi sonuçlarından biri de buydu zaten. Muhalefet ittifakı fikrinin oluştuğu 2018 yılına hatta çok istenirse “Ekmek için Ekmelettin” günlerine (2014) kadar geri gidilebilir. Kendi başına güçlü bir anti-siyaset önermesi olan “Erdoğan’ı yenebilecek aday bulma” meselesinin neredeyse on yıllık bir geçmişi var. (Türkiye için hiç de kısa bir süre sayılmaz) 2019 dönemecinden sonraki beş yıl ise -menzil daha yakın göründüğü için- hayli sert mücadelelere sahne oldu. Süreç tam gaz devam ediyor.
Olay, artık ismi geçen namzetlerden çok daha geniş bir çevrenin ve farklı ajandalara sahip aktörlerin asli gündemi olmuş durumda. Elbette iktidar da, bu tartışmaların en aktif unsurlarından. Aday adayları, sık sık -mecbur kalarak- dile getirdikleri gibi aralarında bir çekişme olmamasının daha isabetli olacağına karar verseler bile, onlar üzerinden pozisyon almış çok sayıda aktörün buna razı olması, uyum göstermesi artık çok daha zor. Nitekim bir süredir herkes, kendi tarafından yapılan ölçüsüz çıkışlara izah bulmak, düzeltmek veya tepki vermek zorunda kalıyor. Son örneklerinin iki tanesini Ankara’da gördük: Yavaş’ın Kurultay’daki sitemi ve eski İYİP’linin “proje çocuk” benzetmesi. Hemen her gün televizyonlarda bunlara yenileri ekleniyor.
Bir grup gazeteci, siyasi yorumcu ve hatta akademisyenin, aktörlerin kişisel hırs ya da meziyetlerine yükledikleri büyük anlamlara rağmen, gerçekte iktidar mücadeleleri kişisel niyetleri aşan ilişkiler ve çatışmalarla şekilleniyor. Siyasi alandaki rekabet veya yarış, daima final sonrasına dair hesap, fırsat ve risklerle ilgili hesaplarla, çıkar çevrelerinin de katmanlı katkısıyla oluşuyor. Siyasi mücadeleyi, başka alanlardaki (spor, sanat) müsabakalardan ayıran en önemli taraf da bu. Rekabeti, “maçın kazanılması” önceliğine göre değerlendirdiğini iddia eden ve aslında tek önemli şeyin de bu olduğunu (sadece bunu konuşmak gerektiğini) söyleyenler, sonraya dair asıl hesabı saklamak isteyenler ya da görmek istemeyenler genellikle.
Siyaset, öncesi ve sonrası olmayan bir müsabaka gibi değerlendirilince, ne ve nasıl yapmak için kazanılacağı, karşılaşmadan önce konuşulması gereksiz çok uzak menzil haline geliyor. Bu yaklaşım, partilerin temel meselelerdeki iddia ve çözüm önerileri açısından da geçerli. Bu yüzden, “Seçmene basit ve somut projeler önerilmeli, fazlasıyla onlar ilgilenmez”, sık kullanılan harcıalem bir ezber. Oysa hem adaylar için hem de kurumsal siyasi rotalar açısından siyaset kurmak ile siyasal iletişim ve propaganda önceliklerini birbiri yerine kullanarak kafa karıştırmak, hiç de masum davranış sayılmaz. Tercihleri netleştirmek ve temel farkları belirlemek, bunların hangi proje ve sloganlarla somutlaştırılacağıyla sınırlı bir siyasi faaliyet olmamalı. Ancak siyasi iletişim, siyasetin -hatta siyaset biliminin- tamamı haline geldi, getirildi. Bari onu doğru yapsalar.
Siyasetin reytingi en yüksek başlığı CHP ve en güncel mesele de İmamoğlu’na siyasi yasak gelip gelmeyeceği. Elbette bu konu da tamamen taktik alana sıkıştırılmış durumda. İmamoğlu’na siyasi yasak getiren mahkumiyetin onaylanması karşısında -aslında öncesinde- ne yapılacağı, bütün siyasi stratejilerden daha önemli hale geldi. Bu mesele üzerinden, erken aday açıklanmasını taktik bir gereklilik hatta mecburiyet sayanlar var. Argüman basitçe şöyle kuruluyor: Aday olarak ilan edilmiş birine siyasi yasak getirilmesi zor olacağı için, iktidarın bu siyasi mühendisliğinin önü kesilmiş olur, eğer yine de yaparsa büyük bir toplumsal itiraza neden olur. Yani her durumda avantaj elde etmek için bu hamle zorunlu. Başka seçeneklerin olduğunu çeşitli verilerle kanıtlamaya çalışan diğer kanatta ise bu erken bir dayatma olarak etiketlenmeye çalışılıyor.
Oluşan yoğun baskı üzerine özel gündemli toplantı yapan CHP, bu adımı atmadan önce biraz daha beklemek veya seçim talebini bu konudaki gelişmelere göre gündeme getirmek gibi muğlak bir pozisyonda kaldı. Görüldüğü üzere, adaylık tartışmalarının bu evresinde de yine siyasi mülahazalardan ziyade, iktidar hamlelerinin -veya ona karşı hamlelerin- hükümranlığı var. Çünkü onun hamlesine göre yapılan seçimin belirleyicisi yine o. Siyasi muhtevayı zayıflatmasının yanısıra, bilimsel kesinlik gibi ileri sürülen gerekçelerin bazıları da fazla afaki. Mesela, iktidarın atacağı adımlar konusunda hukuki, toplumsal-siyasi alandaki kamuoyu baskısını dikkate aldığı, alacağı varsayımını destekleyen örnekleri hiç bilmiyoruz. Eğer bunları dikkate almazsa başına ne geleceğini ve bunun gelmesi için oluşturulacak baskı mekanizmasının işaretlerini de pek görmüyoruz.
Turnuva müsabakalarında ve Oscar gibi yüksek reytingli yarışma serilerinde, sonuca ilişkin tahminler genellikle iki ayrı kategoride yapılır: Sizce kim kazanmalı? Sizce kim kazanır? Böyle olmasının sebebi, ortaya çıkacak sonucu etkileyen aktör ve şartlara ilişkin kanaatler. Muhalefetin adayının kim olacağı ama daha önemlisi neden öyle olması gerektiği konusundaki tartışmalar, bu ikilemin gölgesinden asla çıkamıyor. Hatta çok lanetlenmesine rağmen hala kuvvetli argüman olarak kullanılılan anketler bile aslında bu gölgenin boyunu ölçüp duruyor. Adaylar ve çizgiler kendilerini ifade ederek yarışmıyor, kimin avantajlı olduğu hakkında kanaat oluşturma mücadelesi şeklinde sürüyor. Ve asıl sorunlu olan, bu gölgelerin büyüklüğünü ölçerken iktidardan ve onun temsil ettiği toplumsal-siyasal vasattan yansıyan ışık referans alınıyor.
Muhalefette -daha önce ittifak gerekleriyle açıklanan- siyasi muğlaklığın, daha ciddi kronik bir rahatsızlık olduğu anlaşılıyor. Ne daha geniş seçmen grubuna ulaşma gerekçesi ne de adayları (partileri) alerjiden koruma bahanesi, bu politikasızlığı açıklar. Şimdi bu konudaki eleştirileri pragmatik gerekçelerle savuşturmaya ek olarak, gereğini yapmadan eleştirileri aynen tekrar ederek etkisizleştirme hamleleri görüyoruz. (Bir eleştiriyi etkisiz kılmak için, onu alıp öznesini ve içeriğini bulandırarak sahiplenmek kullanışlı yollardan biridir. Bunun çok iyi bir örneği, Erdoğan’ın “İstanbul’a ihanet ettik” çıkışı) Bazı CHP sözcüleri, “değişim” tartışmalarında ve sorun işaret edenden “çözüm öneren” siyaset kurmaya geçme eksiği konusunda, bu yola sık başvurmaya başladı. Anlaşılan bir süre de böyle idare etmeyi düşünüyorlar.
Bitirirken, Özgür Özel’in ABD gezisi gaflarından küçük bir bukete değinmeden nokta koymak istemem. İnşası öncesinde ve sonrasında hukuki, diplomatik, siyasi, ticari ve ahlaki bir dizi sorunla anılmış, daha önemlisi bu yüzden CHP tarafından gündeme getirilmiş “Türk Evi” ile ilgili tasarrufu ve açıklamaları -sadece fikri takip açısından bile- anlaşılır olmaktan çok uzak. (Sonradan düzeltme yapılması da durumu daha saçmalaştırıyor) Tıpkı “Türkiye’de ana muhalefet ama yurt dışında Türkiye Partisiyiz” lafının anlaşılmazlığı gibi. Çünkü bunun normalleşmeyle sağlanacağı umulan anti-konsolidasyon bir etkisi de yok. “Türkiye Partisi olmak” gibi bir etiketi, iktidarın -yine partinizin gündeme getirdiği- yurt dışına taşmış usulsüzlük düzeninin kabul edilmesi hatta savunulması seviyesine kadar taşıyınca, politik hattınızı kime kulak vererek çizdiğinizin tartışılması kaçınılmaz. Siyasetsizlik, sizi alerjilerden korumayacağı gibi çok yolunuzu, yönünüzü kaybettirir.