Bir süre önce “Mavi Vatan” denilince ne anlaşılacağını hep bir ağızdan tartışıyorduk. Tartışmıyorduk da iktidarın propaganda aygıtı kendi işine öylesi geldiği için yaygara yapıyorduk. Gerçekten de “Mavi Vatan” ne Türkiye’nin ulusal güvenlik politikası, ne milli savunma belgesi, ne doktrin. “Mavi Vatan” altı doldurulmamış ama kulağa hoş gelen bir slogan. Haritası da yok – eğer o dönemki geçici Libya hükümetiyle imzaladığımız ancak ne Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerce, ne herhangi bir uluslararası örgüt tarafından kabul edilen, ne Libya’nın milli meclisince onaylanan Mutabakat Muhtırası’na ekli çizelge esas alınarak, Girit’in doğusuyla Kıbrıs’ın batısı arasında kıyılarımızdan bir önlük gibi uzanan kısıtlı alan “işte Mavi Vatan” diye yutturulmaya kalkışılmazsa.
Şimdi Yunanistan sahil güvenliğinin avcı botları (ki sanıyorum kıçlarında 3 x 350 beygir motor takılıydı) karasularımızı anlık sayılacak kısa süreler için ihlal da etse, hatta baştan kara edip insan kaçakçısı da kovalasa, bu olayı “Mavi Vatan” kadar konuşmadık. Çünkü yine bizim vergilerimizle bize Erdoğan ve AKP propagandası yapan o aynı aygıt, yine kendi işine bu defa öyle geldiği için yaygara yapmamayı yeğledi. Meseleyi mesele yapmadı. İçişleri Bakanı’nın Yunan muhatabıyla görüşüp, “bir daha tekrarlanmayacağı” güvencesi aldığının duyurulmasıyla iş geçiştirildi.
S-400 alımının Türkiye’nin diplomasi tarihinde yediği ender büyük kazıklardan başlıcası olduğunu defalarca belirttim. Bu körleme hamlenin bedeli keza bizim yani yurttaşın katkılarıyla dolan kasadan çıkan 2.5 milyar ABD dolarının çok ötesinde oldu. NATO içinde düştüğümüz zor siyasal durum ortada. Üstelik F-35 üretim zincirinden kendimizi zorla attırdığımız gibi F-16 hatta onun yanı sıra Eurofighter alımında dahi zorlanıyoruz. Hava savunma sistemimiz de yok ve nereden, nasıl ve hangi vadede tedarik edilebileceği de belirsiz.
Oysa F-35 ve hava savunma sistemi için savunma stratejimiz açısından taşıyıcı sütun denilse yeri. Konunun ne stratejik özerklikle ne hava kuvvetleri caydırıcılığı yerine “çelik kubbe” kurmak tercihiyle ilgisi var. Zorla yaratılıp yüklenilen bu yapay zorlukların ulusal savunma sanayimizin gelişmesine katkı yapacak etmenler olarak görülmesi de cahil iyimserliğinden ibaret.
Bugün S-400’ün İncirlik’te muhtemelen ABD ile Türkiye tarafından ortaklaşa “çift anahtarlı” muhafazaya alınması seçeneğinin “onurlu çıkış yolu” olarak görüşüldüğünü öğreniyoruz. Rusya’nın üçüncü ülkeye satış veya devirde onayı gerekeceğinden “Pakistan” benzeri formüller ne denli gerçekçi henüz anlamak güç ama konuşuluyor. Her hal ve kârda S-400 örneğind de “diz refleksi” gibi yaygara kopartılmadığı takdirde akılcı çözüm seçeneklerinin usulünce ele alınabildiğini gözlemliyoruz.
Hatta o kadar ki Akkuyu nükleer güç santralinin (NGS) Alman Siemens firmasınca üretilen türbinlerinin ülkemize nakline yine Alman makamlarınca takoz konulmasından içten içe hoşnut olduğu izlenimini veriyor yönetim. Zira Rusya’ya Akkuyu’da NGS yaptırmak da S-400 alımı benzeri bir başka vahim diplomasi hatası.
Esat’la görüşmek konusunda heveskâr olan taraf Erdoğan. Aracılık eden, aracılığın ötesinde Esat’ın kolunu büken tarafın da kendi çıkarına öylesi uyduğu için Putin olduğu anlaşılıyor. Zira Putin’in daimi önceliği Batı ittifakı içine nifak sokmak. Sisi’yle kucaklaşarak yapılan U dönüşünün Suriye’de yinelenmesiyse güç. Ortak tarihin yükü, sınırdaşlık, Suriye sınırı içindeki askeri varlığımız, iç savaşta Ankara’nın destek verdiği cihatçı oluşumlar gibi türlü etmenler nedeniyle. Esat da nihayet Suriye’den çekilmeye başlamamızı değilse de çekilmeyi ilke olarak kabul etmemizi ön koşul olarak masaya sürüyor.
Özcesi: Demek ki köpürtülmezse doğası gereği sessiz yürütülmesi ve ekmeğinin kamuoyu önünde yenmemesi; başka deyişle iç politikaya katık edilmemesi gereken diplomaside de, ekonomi yönetiminde olduğu gibi, akılcılık, rasyonalizm öne çıkabiliyor. Demek ki Mavi Vatan, S-400, Akkuyu NGS, Suriye’deki askeri varlık vb. hiçbir dosya açılamaz, kutsal, dokunulmaz, konuşulmaz değil. Ve bu dosyalar için devlet aklı, ulusal güvenlik, stratejik özerklik, zorunluluk vb. gerekçeler uydurulamaz.
Yine demek ki CHP lideri, yönetimi ve onun olası cumhurbaşkanı adaylarının üzerinde durması gereken de bu. CHP’nin, dış ilişkiler ve ulusal güvenlik sınamalarında topluma Erdoğan ve AKP-MHP ortak yönetimi denli “güven vermediği” ölçülüyor kamuoyu yoklamalarında. CHP “güven vermekten” ne anlamalı? Hangi dosyaların, hangi zamanlamayla, hangi açıdan “görüleceği” konularında Erdoğan’ın ve AKP-MHP ortaklığının oyununa mı mahkum oyun kurgulamalı? “Stratejik özerklik” gibi kavramların tanımlanmasında, dış politika ve ulusal güvenlik dosyalarında stratejik özerkliği bir zorunluluk gibi algılayıp, algılatmada keza iktidara mı bağımlı kalmalı?
Eğer sözkonusu alanda “güven vermek” o kamuoyu yoklamalarında ölçülebildiği biçimiyle bir eksiklik olarak beliriyorsa, bu durumu gidermenin yolunun beyin takımları toplamak, 90 sayfalık almanak tarzı belgeler ortaya belgeler kaleme almak, kabine ortadan kalkmışken gölge kabine kurmakla olacağını sanmam. Esasen bunlar öyle dosyalar ki dümene geçmeden üzerlerine çok ayrıntılı açıklamalar yapmak yersiz. Zira dış politika seçim kazandırmıyor ama kaybettirebiliyor.
Açmaz, işte “beka meselesi” denilen Kürt (PKK terörüyle mücadele, Suriye, Irak), Rum (Doğu Akdeniz, Ege, Kıbrıs), Ermeni (soykırım, Azerbaycan-Ermenistan) başlıkları altında toplanacak “imparatorluk bakiyesi kutsak emanet” dosyalarda düğümleniyor. CHP çıkıp da “Doğu Anadolu’da Ermenistan, Güneydoğu Anadolu’da Kürdistan kurulsun; karasularımız yüzme mesafesiyle kısıtlansın, Suriye’den, Kıbrıs’tan iktidarımızın ilk gününde paldır küldür çekileceğiz” diyecek değil. Ama bunları demekle özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra zorunluymuş gibi dayatılan ve utangaç yaklaşımla “güvenlikçi” denilen politikaları aynen benimsemek zorunda da değil.
Nasılsa başkanlık rejiminin sürüp sürmeyeceği belirsizliğine CHP de ortak. Güncel haliyle Orta Asya tarzını andıran başkanlık rejimi henüz oturmamış, toplum tarafından da tam olarak benimsenmemiş. Toplum ayrıca, Altılı Masa ve 14-28 Mayıs 2023 hezimetinden de ders çıkarılacağı üzere cumhurbaşkanı adayı belli olmadan, onun ağzından değil bir “yapı” tarafından açıklanan politikaları pek satın almıyor. Hatta genel başkanın cumhurbaşkanı adayı olmadığı, o adayın da kendi çıkıp ülkeyi yönetmeye adaylığını kendi açıklayamadığı ancak “adaylaşmasına” izin verildiği, adeta “aday atandığı” bir yaklaşıma da toplum soğuk bakıyor.
Sonuç olarak CHP ülkemizin tarihsel yönelimi ve organik kimliğine ilişkin (değerli Soli Özel’den ödünç alacağım terimle) “sabiteleri” vurgulamakla yetinebilir. Geçenlerde Özgür Özel Manyas’ta yaptığı konuşmada “Bizim istikametimiz, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği taraftır. Çok basit. Yönü o tarafa çeviriyoruz, Selanik’e, Paşa’ya selâmı veriyoruz. Avrupa Birliği’ne giriyoruz. Bu milletin yüzünü güldürüyoruz. Başka yolu yok.” dedi. CHP programını yazmak için kendine 8 ila 12 ay süre tanıdı. Programın dört ayağında biri de o “güven verme eksiği” olduğu kaydedilen “dış politika ve ulusal güvenlik” olacak. Diğer üçünü bilemem ama bu ayakta 8 ila 12 ay uğraşmaya gerek yok. Sayın Özel’in Manyas’taki ifadelerini kesip, yapıştırmak yeterli gelir bana sorarsanız. Gerisine başkanlık koltuğuna kim oturacaksa, o koltuğa oturduğunda kendi bakar.