Irak’la Mutabakat Zaptı

Devlet bir şirket olsa diplomasi onun pazarlama ve hukuk müşavirliği bölümlerine benzetilebilirdi. O muhayyel şirketin imalat sanayii alanında faaliyet gösterdiğini düşünürsek de ne üretileceği yani asıl faaliyetin ne olduğu hariciyenin işi olmazdı. “Böyle mi olmalıdır”, “doğrusu bu mudur” soruları bir yana bırakılırsa, bizdeki durumun “bunlar” gelmeden önce de buna yakın olduğu belirtilebilir. Başka deyişle, üretim aynı kaldıkça yahut ürünlerin niteliği alıcının standardından uzaklaştıkça hariciyenin sürekli pazarlama ve hukuk harikaları yaratması beklenemez. 

Diplomasi zamanı kullanır, futbol deyişiyle “oyunun temposunu ayarlar”; böylece karar alıcıya zaman yaratır. Diplomasi zamanlamayı da kullanır yani karar alıcıyı demiri tavında dövmeye yönlendirebilir. Bu düşünce çizgisinde temel varsayım, karar alıcının niyetinin de sıcak demiri döverek, ondan bir gereç yaratmak olduğudur. Karar alıcı, demirin soğukken de dövülebileceği kanaatinde olabilir. Ayrıca karar alıcı, demirin sıcakken dövülüp ondan bir gereç yapılabileceğinin bilincinde olsa, demirden bir kılıç veya bir saban yapmak gibi seçimler de yine ona aittir. Diplomasi belki kılıç üretim sürecinin saban yapmaya yönelik olduğu izlenimini de verebilir; o da hele günümüzde, ancak belirli hatta oldukça kısıtlı bir süre için.   

Ankara, yurt içindeki “açılım” süreciyle atbaşı giden kısa bir dönem dışında Irak’a hep “güvenlikçi” yaklaştı. Aslında bu ikili bir durumdu. Zira, başta güneydoğu bölgemizden yerel şirketler, ama onun da ötesinde bu defa başta inşaat sektöründen ağır sıklet şirketler için Irak en önemli pazardı. Oyunun içine ham petrol da girince bir ara şampiyonlar ligine adım atacak gibi olmuştuk. Ufuklar dar, hevesler güdük, imkân ve kabiliyet mahdut kaldı. Zira, malum-u âlileri olacağı üzere, vatan mevzubahisse gerisi teferruattı ve esnaf kafasıyla uluslararası holding yönetilemeyecekti.

Son olarak Ankara ile Bağdat arasında imzalanan Mutabakat Zaptı ikili ilişkilerde önemli bir aşama oldu. Bağlam ve ortam tümüyle farklı olsa da diplomatik önemi belki zamanında Hafız Esat Suriye’siyle Adana Mutabakatı’na eşdeğer. Çünkü bu belge herhalde ilk kez Türkiye’nin Irak içindeki askeri varlığına belirli bir meşruiyet zemini sağlıyor. Başika Üssü’nün ortak kullanımı gibi ayrıntılar çok önemli değil. Esasen masanın karşı tarafındaki Irak heyeti üyeleri arasında, oraya ayak basmak bir yana Başika’nın yerini haritada gösterebilecek kimse bulunmadığı kuvvetle muhtemel.  

Diğer öne çıkan gündem maddesi olan 15 yaş altı ve 50 yaş üstü Irak yurttaşlarına vizesiz seyahat ayrıcalığı tanınması kuşkusuz siyaseten eleştiriye açık. Ancak düzensiz göç açısından Iraklılar ülkemizdeki sığınmacı sorununun parçasıysa da, verili koşullarda ihmal edilebilir bir parçası. Üstelik buraya yerleşmiş Iraklıların son zamanlarda kendi ülkelerine artan sayılarda geri döndüklerini de öğrendim. Irak’tan ayrılanlar arasındaysa artık özellikle federe Kürdistan Bölgesi’nden (IKB) “kaçanlar” öne çıkıyor. (Güncel rakamlarla IKB nüfusunu da ¼’e varan oranda Arapların oluşturmaya başlaması da bir diğer yenilik.)

Dolayısıyla buraya kadarki yaklaşımım olumlu. Eleştirim de bizatihi diplomasi egzersizine yönelik değil. Aksine, sahadaki ve merkezdeki Irak diplomasi takımımızın performansı takdire şayan. Onlar bu verili koşullarda ve bu zamanlamayla bu belgeyi kotararak üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiş oluyor. Eleştirim, “Irak” deyince hangi diplomasi dosyasının anlaşılması gerektiğine yani kavrayışa yönelik: Ne yapmak, nereye varmak istemek?   

Eğer gelecek seçimde cumhuriyetimizin başkanı değişir ve “yeni bir çift göz” Irak dosyasına bakarsa ne görecek? Ne görmeli? Derdim bu. Pek çok kere yinelediğim soru dizinim de belli. Irak deyince akla ilk gelmesi gereken gündem maddesi PKK mı olmalı? PKK terörü ile etkin mücadelenin tek yordamı Irak içinde açık uçlu kalıcı askeri harekât yapmak mı? PKK terörü tehdidi gerçekten ve halen varoluşsal (“beka”) düzeyde mi? Bir yandan terörle mücadele edilirken aynı zamanda cumhuriyetin demokratikleşmesi yönünde adımlar atılamaz mı, atılmamalı mı?

Eğer “çöktürmezsek çözülürüz” yaklaşımı hep egemen olacaksa cumhuriyet demokratikleşebilir mi? Komşu ülke topraklarına silâhlı kuvvetlerinizle “davullu zurnalı” girip, “kilidi kapatıyoruz” gibi tümüyle askeri terimlerle yaptığınız harekâtı “terörle mücadele” başlığı altında dünyaya anlatabilir misiniz? Yaptığınız iş teknik açıdan işgal, politik açıdan ekspansiyonizm, revizyonizm, irredentizm anlaşılmaz mı? Yaptığınızı Bağdat’a “Irak’ın toprak bütünlüğü ve ulusal birliğini korumak üzere buradayız” diye gerekçelendirebilir misiniz? Bağdat PKK’ya karşı işbirliği ortağı olacak denli güçlü mü olsun, yoksa Irak’a girip istediğimiz gibi at oynatabilmemiz için olabildiğince zayıf mı kalsın?

Masanın karşı tarafında “Irak” tabelası arkasında oturanlardan “kim kimdir” biliyor muyuz? Bilebilir miyiz? Bilmeli miyiz? Hele kartvizitler son Kerkük valilik seçiminde görüleceği üzere açıkça satılıkken. Denklemdeki ağırlıklara bakılınca Erbil ayrı, Süleymaniye ayrı, Tahran cabası. Irak hatta daha genel bakımdan Ortadoğu politikalarında İranlaşmak, İran’a özenmek, öykünmek doğru yaklaşım mı? Ortadoğu’da İran’ı dengelemekten, İran’la rekabetten ve husumetten mümkün mertebe kaçınmak ilkesi bundan böyle arkeolojinin konusu mu?

Irak, hatta hemen sınırımızın ötesindeki IKB ve Kerkük özellikle bizim için petrol ve gaz bakımından yeterince değil fazlasıyla zengin. Tahran’ın eli de Devrim Muhafızları-Kudüs Tugayları üzerinden hep kasanın içinde. Irak’ta dizboyu değil yarı bele varan yolsuzluk öyle ki azıcık kesildiğinde altyapı yatırımları, konut projeleri adeta patlıyor. Şimdiki durum da böyle.  Zaten nüfus artışı da bunu dayatıyor. Anlaşılacağı üzere neredeyse sonsuz genişlikte bir Pazar var yanıbaşımızda. Ancak son görüşmede eski güzergâhında onarımı bitse de kapalı duran Kerkük-Ceyhan petrol boru hattının durumunun ele alınmadığı anlaşılıyor.

Boruhattı kapalı durdukça bizim alacağımız birikiyor. Öyle ki herhalde biriken alacak ödenecek tazminatı artık aşmış olacak. 2026’da süresi dolacak sözleşmenin yenilenmesi için de ön görüşmelere şimdiden başlamak gerek. Ayrıca IKB, hidrokarbon zenginliğini değerlendirmede de daha artan ölçüde Bağdat’ın boyunduruğu altında. Uluslararası petrol şirketleriyle (“IOC”) yaptığı sözleşmeleri de Bağdat’la uyumlu hale getirmek zorunda. Geçerli sözleşmelerin nasıl değiştirilebileceği ve ne büyüklükte tazminatlar ortaya çıkacağı da ayrı muamma. Bu hengâmede Ankara, TPIC/TEC üzerinden sessiz ve derin bir atılımla “parsayı toplamayı” umarım değerlendirir. 

Diplomasi denince başkanlık düzenine geçileli beri eski hayrattan da olunduğu ortada. Buna karşılık başkanlık düzeni diplomasisinin parlamenter düzenden farklı olduğu da teslim edilmeli. Başkanlık sistemleri aynı zamanda “döner kapılar” düzenleri. Bırakırsınız, gönlünüze göre siyasal karar alıcı gelince geri dönersiniz. Ömürboyu kariyerler yoktur veya güçtür. Önceliğiniz ömürboyu hizmet ise söyleyeceğinizi söyler ama sonunda size söyleneni yaparsınız. Başka deyişle devletin sahibi de, kiracısı da, konuğu da yoktur. Aklı da yoktur, hafızası yani arşivi vardır. Kim yönetime seçilirse onun dediği olur. Onun politikaları o dönem için “devlet aklını” ortaya koyar. 

Sivilleşme, normalleşme, rasyonelleşme, eşgüdüm gibi terimler ancak altları doldurulduğunda anlamlı. O yollara girilip girilmediğinin sağlamasını yapmak çok basit. Eğer yeni seçilecek cumhurbaşkanı yukarıda ele almaya çalıştıklarımız gibi milli güvenlik dosyalarına ilişkin üst düzey bürokratlarla ilk toplantısında “siz nasıl tensip ederseniz paşam/sefirim” derse çanak, çömlek patlar. Yok, katılanları dinledikten sonra “ben böyle tensip ettim, gereği…” derse işte o zaman koltuklar dikleşir, herkes önündeki kağıdı ellinci kere içinden okumaya başlar ve kızarmış kulaklarını dikleştirir.

Daha önce pek çok kez kaydettiğim üzere, bu alanda kritik dönüşüm yaratacak pratik değişimlerden başlıcası, milli savunma bakanı (MSB) atanmak için genelkurmay başkanlığının tam karine oluşturması uygulamasından ilk günden vazgeçilmesi. Aksine, yeni dönemde milli savunma bakanları mutlak surette sivil ve sivil kökenli olmalı. Bir adım öteye de gidersek, bence hatırı sayılır ölçekte üretim yapan bir sanayi kuruluşunda üst düzey yöneticilik yapmış birinin MSB atanması en uygunu. 

Daha genel olaraksa, “seçilmişte şuur-tasavvur-cüret, atanmışta metod-disiplin-konsantrasyon aranmalı” derim. Sloganlaştırmak gerekirse: Seçilmiş mimar, atanmış mühendis olmalı. “Anlam deryası” diye mırıldandığınızı duyar gibi oldum. Olsun, duvara konuşmak bizim işimiz.