CHP, eskiden de kendini daha çok konuşan, iç gündemiyle daha sık anılan bir partiydi. Özellikle 70’li yıllarda, en yakası açılmadık pazarlıkları, en sarsıcı ayrışmaları, en şaşırtıcı manevraları rahatça yapan sağ politikacılar ve yorumcular, bunu alay konusu yapar, “hizip partisi” diye isim takarlardı. Oysa CHP’yi “devlet partisi” etiketine teslimiyetten koruyan, toplumsal bağını diri tutan ve aslında dinamizmini sağlayan avantajlı tarafı tam da burasıydı. Hep atıf yapılan “devlet freni” iddiasının yanına önemli bir toplumsal direnci ekleyen ve aşağıdan yukarıya aktarımı mümkün kılan tarafı tam buradaydı. Kendi iç meseleleriyle fazla meşgul ama sürekli hareketli ve canlı bir teşkilatı vardı ve genel hamilik ve öncülükten kaçınsa bile teşkilatlar, -özellikle taşradakiler- sıkıntıdakiler için önemli adresti. Sağ partilerin “kültürel çoğunluk” iddiasına yüklenmiş demagojik ve manipülatif “taban” çalışmalarına, bazı araştırmacı ve akademisyenlerin “sosyoloji” dediği alana karşı bir eksiklik ve zayıflık pahasına “parti” kalmasını sağlayan buydu. Bir seçim makinesi olarak ve seçmene karşı zayıf tarafı ve parti olarak kalabilmesini sağlayan güçlü yönü aynı dinamikle ilişkiliydi. Bu paradoks, yıllardır çözülebilmiş değil. 2024 yerel seçiminde birinci parti olabilmesi de, bir değişimden ziyade, seçmenin “kendiliğinden” geliştirdiği iradenin bir sonucu.
Şimdi yine CHP’nin içi çok konuşuluyor. Sadece CHP medyası değil, iktidar medyası da büyük bir iştahla CHP içindeki tartışmalarla meşgul, her fırsatı kullanıyor, her işareti köpürtüyor. Hevesli “geveze” bulmak da hiç zor olmuyor. Kolay bir yorumla, “ekonomi konuşulmasın diye gündem değiştiriyorlar” demek, durumu açıklamaya yetmediği gibi, fazla bayat bir ezber. Çünkü Erdoğan iktidarının “muhalefeti konuşma” merakı, istemediği bir gündemi perdelemekten daha stratejik ve pek çok konuda olduğu gibi en eski sağ siyaset kurnazlığına dayanıyor. Neticede 2023 seçimini, ustalıkla ve “vekilleri” aracılığıyla kullandığı ve büyüttüğü adaylık krizi ve patronluk (ağırlık) kapışmaları sayesinde kazandı. Muhalefeti, kendi iç mücadelesine hapsolmuş, birlikte davranamayan, dolayısıyla memlekete bir faydası olamayacak riskli bir seçenek olarak göstermek, tanıdık popülist sağcı taktik. Senelerce daha radikal sol için “fraksiyonlar” istismarı da benzer şekilde kullanıldı. Bunun ilacının inkar ve sentetik birlik görüntüleri olmadığı çok açık, zaten yaramış olsa bilirdik. Tam tersine, bu meseleyi bir zaaf olmak yerine -çok seslilik ve dinamizm açısından- bir üstünlük haline çevirmek çok daha iyi sonuç verebilir. Fakat bunun önündeki en büyük engel, yine Erdoğan iktidarının siyasete sağlam biçimde çaktığı, kişiselleştirilmiş siyaset tarzı ve onun peşin kabulleri. Bütün neden sonuç ilişkilerini ve muhtemel başarı reçetelerini kişilere bağlama kestirmeciliği.
Ciddi siyaset bilimi eğitimi almış, hiç de boş olmayan kariyer yapmış, gayet aklı başında görünen insanlar, Türkiye’nin bütün siyasi problemini bir iki kişinin özel yetenek ve gereksiz hırslarından ibaret argümanlarla açıklamakta hiç sakınca görmüyor. Yaşanan her türlü değişikliği, kötü sonuçları veya olumlu olabilecek neticeleri, kişilere bağlı olarak değerlendirmek, herkese pek ikna edici geldiği için hala vazgeçilmiş değil. Mesela, daha birkaç ay önce, “Kılıçdaroğlu gitsin torun sevsin” diyenler veya bu kadar yıpranmışken hala “hırs yaptığı” için kıyasıya eleştirenler, birden “Kemal Bey, CHP içinde önemli bir aktör” demeye başladı. Çünkü İmamoğlu, Kılıçdaroğlu ile görüştü, “Başımın tacı” dedi ve galiba Özel de sırada. Çünkü parti teşkilatlarında etkisi olabilecek her aktörün kıymetli olduğu bir süreç başladı. Çünkü kurumsal (partiler) siyasetinin sonunun geldiğine ilişkin iddia, yerel seçimde doğrulanmadı, dünya örnekleri birer birer patlıyor. Çünkü daha önce ayak bağı olarak görülen parti, birinci olunca taşıyıcı cazibesi arttı. Çünkü “başkan adaylığı” yanında birinci partinin genel başkanı olmak gibi kuvvetli (cazip) bir post daha çıktı. Çünkü daha önce başka parti liderlerinin (dış) desteği önemseyenler, şimdi eski liderlerin (iç) katkısını bekliyor. Çünkü değişim adı altında kişisel, fikri tasfiye hamlesi talep ve uygulamalarında ölçünün kaçırıldığı fark edildi. Çünkü ortalığı fazla kırıp dökmenin yürünecek yolu da cam kırıkları ile dolduracağı idrak edildi. Çünkü “yürü be kim tutar seni” gazcılarına güvenilerek yürümek kimseye akıllıca ve güvenli görünmüyor. (Keşke bu işler bu kadar kaba olmasa, biz de böyle direkt bağlantılar kurmak zorunda kalmasak)
Siyasi tutarlılık, Türkiye siyasetinde söze döküldüğü, lafı edildiği kadar etkili bir mesele hiç olmadı. Aslında, ne aktörlerin ne seçmenlerin kanaatlerinde, ne de siyasi dengenin değişiminde belirleyici. Senelerdir, ilke, tutarlılık, ahlakilik hatta demokrasi gibi soyut başlıklardan ziyade siyasetin basit ve somut çıkarlarla ilgili olduğuna ilişkinin propaganda -seçmeni son derece aşağılıyor olması rağmen- çok kuvvetli. Hele son zamanlarda, ahlaki vurgular, “sinyalleme”; ilkesel tutumlar, “romantizm” denilerek iyice küçümsenmeye başlandı. Böyle bir siyasi iklimin zaten çok sağlam kriterleri ve yerleşik kültürü olmayan bir zemini iyice kayganlaştırması çok normal. Ayrıca bu tutarsızlık, sadece siyaset profesyonelleriyle ilgili olmaktan da çıktı. Danışmanlar, yorumcular, siyasal iletişimciler, araştırmacılar, akıl etmekten ziyade akıl vermeye teşne akademisyenler, gazeteciler ve sosyal medya sayesinde herkes, tutarlılığı sonuç alma önceliğine kurban vermekten pek memnun. Fikir sahibi olmak için onları takip edenler de böyle hazır formüllerin ateşli müşterileri olmaya devam ediyor. Hala daha önce söylenenlerle bugün yapılanlar arasındaki çelişki konu edilerek çok sert eleştirileri yapılıyor, medyanın ve şimdi de sosyal medyanın en ilgi çeken hatırlatmaları bu konular ama tutarsızlık, eğlencelik bir magazin malzemesi olmaktan daha fazla sonuç doğurmuyor. Zaten bir yaptırımı da yok.
Havanın neden dönmüş olduğuna dair cevabı ararken sıraladığım “çünkü”lerin çok büyük bölümü, muhalefetin ve memleketin değişim dinamiklerinden ziyade, yine kişisel kariyer planlarıyla ilgili. Bunun yarattığı en önemli sonuç ise -geniş kalabalıklar açısından- en sıkıntılı ekonomik tablosuyla karşı karşıya olan, siyasal desteği dip seviyeleri zorlayan iktidarın, muhalefet baskısını en az hissettiği dönemi geçiriyor olması. CHP, seçim veya muhalefet baskısını, sıkıntı çeken sosyal kesimlere ihale etmiş olmaktan hiç rahatsız görünmüyor. 2023 seçiminin günah keçisi yapılmaktan kolay sıyrılan anketler, yeniden siyasi dinamik belirleyen ana parametre olmuş. “Anketler öyle diyor” anahtarı, bu kez CHP’nin pozisyonunu koruduğu kanaatini ölçerek, doğru yolda olunduğunu kanıtlama işini üstlenmiş. Son 15 senenin seçimlerinde düzenli gerileyene odaklanmak yerine, Muharrem İnce’nin “girdi kaybetti, girdi kaybetti” lafının peşine takılmanın bir hikmeti vardı. Şimdi de, AKP’nin devam eden oy kaybının kaynaklarına dikkat kesilmek yerine; ikincil “yanlışları” telafi etme derdi hala öncelikli. İktidar alternatifi olabilmek için önce muhalefet olabilmek yine unutuldu. (Eğer Kılıçdaroğlu için özeleştiri istenecekse ilk akla gelen bu olmalı.) Normalleşme molasına eklenecek yapay anayasa gündeminin getireceklerini ise henüz bilmiyoruz.