Toplumsal öfke yükselirken iktidarın önceliği düzeni korumak mı, hukuk ve yasa mı?

Ayrı olaylar, sayılar, meseleler gibi görünen birçok konu topluca bir şey anlatıyor. Okurlardan artık ne kadarı akşam ekranlarda ana haberleri izliyor emin değilim ama ana haber bültenlerinin iki bölümü var.

Birincisi iktidar propagandası, ikincisi mobese kameraların görüntülerinden derlenmiş bireysel şiddet görüntüleri. Halbuki o bireysel şiddet sanılan görüntüler toplumsal psikolojinin ne denli öfkeye doğru evrildiğini, manevi şiddetin maddi şiddete dönüşmekte olduğunu gösteriyor.

Eskişehir’de 18 yaşındaki bir genç çay bahçesinde rastgele yedi kişiyi bıçaklayarak yaraladı ve saldırıyı canlı olarak yayınladı. Daha sonra bu saldırgan gencin sahte bir isimle açtığı ve orada yayınladığı blog sayfasında saldırı öncesi bir manifestosu olduğunu T24’te genç gazeteci Buse Söğütlü’nün haberinden öğrendik. Saldırgan 12 Ağustos’ta yayımladığı manifestoda “nasyonal sosyalist” olduğunu yazmış, başka ülkelerde benzer saldırılar gerçekleştirmiş 4 isme yer vererek onları “günümüz azizleri” olarak tanımlamış. İsmini verdiklerinden birisi 2011’de Norveç’te 77 kişiyi öldüren bir neo-Nazi, bir diğeri 2019’da Yeni Zelanda’da iki camiye saldırarak 51 kişiyi öldüren faşist, üçüncüsü 1995’te ABD’de bomba yüklü bir kamyonu patlatarak 168 kişiyi öldüren bir milis, dördüncüsü de ABD’de konser izleyicilerinin üzerine ateş açarak 59 kişiyi öldürüp 527 kişiyi yaralayan birisi.

Bu insanları psikopat olarak adlandırıp meseleyi de bireysel hastalık olarak değerlendirip geçmek doğru değil. Önce büyük meseleyi tespit edelim. Dünyada büyük bir siyasal ve ekonomik egemenliğin devletler arasında yeniden bölüşümü için bir kavga veriliyor. Aynı zamanda küresel bir kültürel gerilim yaşanıyor. Bu üç katmanlı küresel gerilim bir yandan otoriter ve popülist iktidarlarca yönetiliyor, diğer yandan ulus devletlerin kendi bekalarını sürdürme ve güvenlik temelli politikalarıyla yaşanıyor.

Üstelik küresel sistemin yalnızca güç dağılımı değil, sanayi toplumu kurum ve kurallarıyla şekillenmiş bugünkü ulusal ve yerel sistemleri de tüm boyutlarıyla kriz yaşıyor. Ekonomik sistemden devlet modeline kadar yolun sonuna geldik. O nedenle Gazze’deki soykırım ya da yukarıdaki dört saldırı ya da IŞİD gibi terör örgütlerinin varlığı birbirinden bağımsız değil. Bireysel gibi görünen terör eylemleri giderek bir yandan kitleselleşme eğilimi diğer yandan devlet politikaları haline dönüşme eğilimi gösteriyor.

Nitekim 3-4 Ağustos’ta İngiltere’de aşırı sağcıların camilere saldırılarıyla başlayan ve sonrasında yayılan protestolar yaşandı. Temel neden, İngiltere’de de ekonomik sistemin tıkanmış olması. Büyük ve ortalamalara dair göstergeler ne olursa olsun toplumun büyük kesimi yoksullaşıyor, sosyal devletten vazgeçildiği için sağlık, eğitim, sosyal güvenlik sistemleri çökmüş durumda.

Yaşanılan kriz yalnızca İngiltere’ye ait değil, küresel ve sistemin krizi ve de Türkiye’nin krizi. Nitekim bu hafta TÜİK’in açıkladığı işsizlik oranları ve bu sayıların ardına gizlenmiş gerçeklikler, birçok meselenin ipuçlarını barındırıyor.

 

Bir ayda 234 bin işsiz

TÜİK’e göre haziranda dar tanımlı işsizlik yüzde 9.2’ye yükseldi. Bir diğer deyişle işsiz sayısı bir ayda 234 bin artarak 3 milyon 305 bin kişi oldu. Dar tanımlı işsiz demek iş arayan ve bulabilirse hemen işbaşı yapabilecek olan 15 yaş üstü kişiler.

Halbuki işsizlik daha geniş bir kavram. Geniş tanımlı işsiz demek, iş bulma ümidini kaybeden, iş aramayan ancak çalışmaya hazır olan, mevsimlik çalışan kişiler de dahil işsizler. TÜİK verilerinden yararlanarak hazırlanan DİSK-AR İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu’na (Ağustos 2024) göre ise mevsim etkisinden arındırılmış geniş tanımlı işsiz sayısı Haziran 2024’te 11 milyon 810 bin kişi olarak gerçekleşti. Rapora göre son 1 yılda geniş tanımlı işsiz sayısı 2 milyon 668 bin artarak 9.1 milyondan 11.8 milyona yükseldi. Covid-19 salgını sonrası üç yılda geniş tanımlı işsiz sayısı 5 milyon 205 bin kişi arttı.

Sayıların anlattığını iki cümlede özetlersek, 85 milyon olan toplam nüfus 30 milyon çalışanın emek ücreti ile geçinmek zorunda. 65 milyon 15 yaş üstü kişi içinde çalışabilir olan, çalışmayı isteyen 12 milyona yakın kişi iş bulamıyor. Üstelik bu 12 milyona yakın işsizin 2.7 milyonu yalnızca son bir yılda bu işsizler ordusuna katıldı.

Mesele yalnızca istihdama dahil olan sayısı ya da işsiz sayısı ve tanımları meselesinden de ibaret değil. İşi olanların ücret ve gelir seviyelerindeki bozulma ve gerileme de bir başka büyük sorun alanı.

İktisatçı Prof. Dr. Aykut Kibritçioğlu’nun araştırması, Türkiye’deki maaş ve ücretlerin hızla asgari ücret seviyesine yaklaştığını ve bu durumun gelir dağılımında ciddi sorunlara yol açtığını ortaya koyuyor.

SGK verilerinden yapılan ve TEPAV Bülteni’nde yayınlanan araştırma, özellikle emeklilerin aylıklarının ve imalat sanayii ile kamu çalışanlarının maaşlarının asgari ücretin yanı sıra kişi başına düşen milli gelirin de altında kaldığını ortaya koyuyor. 2023 yılının sonunda asgari ücretle çalışanların toplam sigortalılara oranı yüzde 40 seviyesinde. Ayrıca en yüksek memur maaşının asgari ücrete oranı 2013 yılında 8.4 iken 2024’te bu 4.2’ye gerilemiş durumda. 2013’te en düşük memur maaşı asgari ücretin 2.4 katıyken bugün bu 1.4’e geriledi. Ortalama memur maaşlarında ise 4.3 kattan 1.7 kata kadar gerileme söz konusu.

Prof. Ahmet Yılmaz ve Dr. Togan Karataş’ın Türkiye Ekonomisinde Ücret ve Maaşlar (1970–2021) başlıklı çalışmaları meselenin yalnızca bugünkü ekonomik krizden ibaret olmadığını da gösteriyor. Çalışmaya göre “Türkiye’de yakın dönemde büyüme süreci bölüşümde adaletin sağlanmasına hizmet etmemiştir. Nitekim 1975 sonrasında kişi başına düşen gelirin yüzdesi olarak hem ortalama memur maaşı hem de brüt asgari ücret sürekli gerilemiştir. 1975 yılında ortalama memur maaşı kişi başına düşen gelirin 2.2 katı, brüt asgari ücret ise yüzde 88’i iken, 2020 yılına gelindiğinde aynı oranlar sırasıyla yüzde 86 ve yüzde 58’e düşmüştür.”

Hatırlayalım, 1975 yılından bu yana Türkiye’de hiçbir sol veya sosyal demokrat olduğunu iddia eden parti iktidar olmadığı gibi her yıl giderek daha da sağcı, daha da milliyetçi daha da dincileşen iktidarlarla yönetildik. 1975’ten bu yana dünyada, Türkiye’de teknolojik sıçramadan kentleşmeye sanayi toplumu ötesine geçecek değişimler yaşandı ama bu değişimleri hep toplumu, toplumsal bekayı değil devletin bekasını tek gaye edinmiş iktidarlarla yaşadık.

İktidarların önceliği

Bu iktidarların önceliği hep düzenin devamı oldu, hukuk ve yasalar değil. Bugün de internet ya da sosyal medya yasaklarından grevleri, protestoları şiddetle bastırma politikalarına, sokak röportajındaki söylemlerinden dolayı tutuklamalardan siyaset destekli sokak çetelerine kadar tüm politika, uygulama ve kararları yapanların, yürütenlerin derdi hukuka, yasalara uymak, toplumsal ihtiyaç ve talepleri çözmek değil düzeni sürdürmek.

Daha da vahimi bugün sistem krizinden öte toplumsal fay hatlarının daha da derinleştiği bir dönem yaşıyoruz. Fay hatlarını derinleştiren yalnızca kimliklere ve kutuplaşmalara sıkışan bireyler, toplumsal kümeler de değil, bizatihi seçilmişleri ve atanmışlarıyla iktidarlar ve devlet aygıtı.

Bugün yalnızca ekonomik ve siyasal düzen değil toplumsal yaşam ve toplumsal psikoloji de krizde. Geçen hafta medyaya yansıyan Ipsos araştırmasına göre Türkiye’de her 10 kişiden altısı ekonomik durumunun yakın gelecekte daha kötü olacağını düşünüyor. Toplumun yüzde 80’i huzur ve mutluluk istiyor. Bu araştırmaya göre bugün her dört kişiden üçü Türkiye’nin genel durumundan memnun değil. Her dört kişiden yaklaşık üçü son bir yıldır genel durum ve ekonomiden memnun değil. Her 10 kişiden yedisi de yakın gelecek için umutlu değil. Enflasyon, geleceğe dair umutları da etkiliyor. Türkiye’nin 10 yıl sonra daha iyi durumda olacağını düşünenlerin oranı yüzde 17, daha kötü olacağını düşünenlerin oranı ise yüzde 44.

Gençlerin algısı net

KONDA’nın mart ayında açıkladığı “Gençler” araştırması bulgularına göre gençler, eşitlikçilik ve insan haklarını savunmaya Türkiye geneline göre daha yüksek oranda öncelik veriyor. Hem Türkiye genelinde hem gençler özelinde cumhuriyetin en önemli iki değeri bağımsızlık ve laiklik olarak ifade ediliyor. Sırasıyla “özgürlükçülük”, “kadın-erkek eşitliği”, “çağdaşlaşma” ve “bilimsellik” diyenlerin oranı gençlerde daha yüksek. “Yurtseverlik”, “dindarlık” ve “devletin bekası” diyenlerin oranları gençlerde daha düşük. Buna karşılık “eşitliğin” günümüzde hayata geçtiğini düşünen genç erkeklerin oranı yüzde 8; genç kadınlarda bu oran yüzde 12’ye çıkıyor. “Özgürlükçülüğün” hayata geçtiğini düşünen kadınlar yüzde 24, genç erkeklerse yüzde 18 oranında. Ülkede çağdaş bir eğitim düzeni olduğunu düşünenler, gençlerin arasında yalnızca yüzde 12 oranında.

Bu algılara ve değerlendirmelere sahip gençlerin önünde rol modelleri yok. Ya da rol modelleri sokaktaki suç örgütlerinin liderleri, gerçeklik dışı biçimde dizilerde yeniden yaratılan tarihi kişilikler, kayıtdışı ve kara para aklama operasyonlarının aparatı haline dönüşmüş kimi fenomenler ve benzerleri. Umudu kalmamış, fırsat eşitliğine sahip olmayan, kendini çaresiz hisseden, hala dörtte üçü yukarıda gördüğünüz gelir dağılımının mağduru anne babaların harçlığına mahkûm gençler.

Yine önlerindeki örnek, siyasi muhalif olursa, sosyal medyada, sokak röportajlarında iktidarı eleştirirse tutuklanmak, elinde silah muhalifleri tehdit ederse hatta maddi şiddet uygularsa bile serbest kalma, saçma sapan iddialarının alkışlanması ve hatta bir de siyasilerle fotoğraf fırsatı.

Ülkenin yalnızca işsizleri ya da gençleri değil her bir ekonomik sınıftaki ya da kültürel kümedeki yoksulları ve yoksunları umutsuzca bir yaşam savaşı veriyor. Deneyimleri de yıllar geçtikçe işlerin düzelmesi değil daha da kötüleşmesine dair. Yoksulluk, yoksunluk, yok sayılmak, ötekileştirilmek ve hatta siyasi iklime göre tutuklanmak ihtimalleri mirasa dahil, gençlere devrediliyor. Bu sıkışmışlık öfke üretiyor.

Siyasetçilerin, konuşan, yazan çizenlerin sorumluluğu da burada başlıyor. Bu öfkeyi manipüle ederek muhaliflerinize, ötekileştirdiklerinize, düşmanlıklarınıza yöneltebilir, buradan oy devşirebilirsiniz. Ya da farklı fikirlere, kimliklere, inançlara saygının ortak yaşamın vazgeçilmezi olduğunu, onurlu yaşam hakkının herkese ait olduğu fikrinin ancak devletin de toplumsal yaşamın da bekası için öncelik olduğu fikrinin savunuculuğunu yaparsınız. Soru da bu, hangisi öncelediğiniz devletin bekası için daha doğru ve gereklidir?