Muhalefette Cumhuriyet Halk Partisi

Geçtiğimiz son seçimlerin sonuçları memleketin siyasi dengelerinde ciddiye alınması gerekli değişimler olduğunu gösterdi. Seçimin hala belirleyici olma başarısını gösterdiği ülkemizde birinci pati ile ikinci partinin yer değiştirmesi herhalde olabilecek en önemli değişimlerden biridir. Kuruluşundan bir yıl sonra seçime girip birinci parti olma başarısını gösteren AKP bundan sonra da bu başarı çizgisini sürdürmeyi bilmişti. Şaşırtıcı yüksek oy oranlarına da çıkmıştı. Birkaç zamandır kendini belli etmeye başlayan “duraklama” şimdi ikinci sıraya düşme derecesine vardı. Bir şeyler değişiyor galiba! Eh, doğrusu zamanı gelmişti ve geçiyordu.

Seçimlerde partilerin birbirleri karşısında konumları değişiyor. Ancak o partileri meydana getiren, destekleyen kadroların siyasi kültürleri kolay kolay değişmiyor. Örneğin AKP. “Seçmenler galiba bizim kaba kuvvet politikamızı onaylamıyor” diye düşünmüş gibi görünüyor mu, AKP’nin siyasi kadroları? Buyurun Meclis’teki son saldırı olayına, yumruklaşmaya. Ardından da AKP’den gelen savunma ve şiddeti “mazur gösterme” söylemlerine. “Siyaset böyle olmamalı” diyenler var, onların arasında da ama sesleri çok cılız. Seslerinin gürleşebilmesi “Reis”in de öyle düşündüğünü açıkça belirtmesine bağlı. O bile çok güvenilir bir işaret değil. “Reis” bu, ertesi gün tavır değiştirebilir, gene açıkta kalırsın.

Seçimi izleyen günlerde, yarışanlar aldıkları sonuçları sindirmeye çalışırken, siyaset meydanlarında pek duyulmaz hale gelmiş bazı yaklaşımlarla karşılaşmıştık. Bu yeni edebiyata Erdoğan “yumuşama” demiş, CHP’de Özgür Özel de “normalleşme” kavramını kullanmayı tercih etmişti.

Benim bu konuda “ikili” gibi görünebilir bir tavrım var: CHP’nin “normalleşme” denen tavrı benimsemesini doğru buluyorum; Erdoğan’ın bu çizgide söyleyeceği sözlere hiçbir şekilde inanmamasını, bunun bir oyun olduğunu bilerek hareket etmesini salık veriyorum. Niye böyle?

Halkın, seçmenin AKP karşısında takındığı tavrın gitgide soğumasının herhalde birden fazladır. Etkililik bakımından ekonomik gerekçelerin muhtemelen en önemli rolü oynayacağını düşünüyorum. Ama bunun yanı sıra, bununla iç içe, Erdoğan’ın “tek adam” rejiminin, kurumları boşaltırken ölçüleri yok eden politikalarının payını da küçümsememekten yanayım. Sürekli bir “beka” edebiyatı, sürekli bir “görevimiz tehlike” atmosferi, bunların vazgeçilmez refakatçisi “iç ve dış düşmanlar” insanları yeterince yormuş, sıkmış olmalı. Böyle bir ortamın kasten yarattığı sürekli gerilim bıktırıcı; böyle olmasını gerektirecek herhangi bir somut durum, gelişme de yok.

Sonuç olarak “olağandışı etkenler” dünyasında yaşamayı seçmiş iktidara karşı muhalefetin, CHP’nin “normal” dünyayı savunmasını, kuralları savunmasını, her durumda “meşruiyet” demesini doğru buluyorum. CHP “olması gerektiği gibi” davranmak temeli üstünde politika yapmalı (ve yapıyor). Ama karşısında bu gibi değerlere zerre önem vermeyen, kural dışı davranmayı seçmiş bir siyasi rakip olduğunu da hiç gözden kaçırmamalı.

Bu toplumun hayli uzun sürmüş bir “demokrasi” deneyimi var. Var da onu terk etme bakımından sicilimizin parlak olduğunu söyleyemeyiz. “Sorun” çıkınca, yani “sorun” olarak tanımladığımız bir durumla karşılaşınca, “Bu koşullarda demokrasi olmaz” demeye dünden razıyız sanki. Oysa demokrasi tam da böyle koşullarda olmazsa olmaz yöntem sayılmalı.

Türkiye’de bugün iktidarda olan ideoloji daha iki gün öncesine kadar “ülkeyi yıkacak tehditlerden biri” sayılıyordu. Duruma o cenahın gözünden baktığımızda, yasaymış, anayasaymış, şuymuş, buymuş, bütün bu yapı yolunu şaşırmış kadroların elinden çıkmış yanlışlıklar. Dolayısıyla AKP iktidarının bu yapıya karşı takındığı yıkıcı tavrın şaşırtıcı bir yanı yok. Bizim gibiler “Anayasa’yı çiğniyorsun” diye haykırdıkça, o cenah kendi içtenlikli cevabını verecek olsa, “Evet, tabii. Ya ne yapacaktık?” diyecektir.

Bu inanç ile bir araya gelenler Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde Türkiye’ye istedikleri, özledikleri İslami kıyafeti giydirmek üzere harekete geçtiler. Yılların özlemi gerçekleşti ve tek başlarına iktidar olmayı başardılar. Yirmi küsur yıldır da orada oturuyorlar. Bu iktidarın neler yapabileceğini gördük, seyre devam ediyoruz. İstedikleri kadar “iç ve dış düşman” edebiyatı yapsınlar, vardığımız berbat noktanın sorumlusu olarak suçlayabilecekleri kendilerinden başka kimse yok. Modernleşmeye ciddi handikaplarla giren kesimin ortaya koyduğu eser “kusursuz” değil, hiç olmadı.  Ama Erdoğan’ın İslamcı kadrolarının ürettiği düzenle kıyaslandığında, “İslamcı “teşbih”le söyleyelim: “Zemzemle yıkanmış.” Türkiye toplumu siyasi birikimler torbasını açtığında bu rejimin anılarıyla da karşılaşacak. Bunların özlemi çekilir anılar olmayacağını tahmin ediyoruz.

Gene de yirmi küsur yıldır iktidarda kalmayı başarmış bir yönetimden söz ettiğimizi unutmamalıyız. Doğru, yanlış, abartma vb., bu rejimin karşıtları hakkında bu halkın değerlendirmesi üstüne bir şey söylüyor olmalı bu durum. Üst üste seçim kaybetmek bir siyasi parti için elbette olumsuz bir durum. Ama şimdi bu keyfiyet değişecek gibi görünmeye başladığında, tehlikeli bir ihtimal ufukta beliriyor: bir umut ışığı gibi görünmeye başlayan CHP’nin yanlış bir yöne dümen kırıp bir hayal kırıklığına yol açması ihtimali!

Yeni yeni oluşmaya başlamış koşullar çerçevesinde CHP’den toplumun beklentisi bir “intikam meleği” olması demek değil, öyle olmamalı. CHP, toplumu düşman kamplara bölmekte olağanüstü enerjik davranan AKP iktidarının parçaladığı bağları onaran ve Türkiye’yi içinde farklılıklar barındıran ama “tek” bir toplum olmak üzere yeniden biçimlendiren hassas bir operatör olmalı.