Nihayet! Kudurtma sırası CHP’de…

CHP’den en azından benim yüreğimin yağlarını eriten iki çıkış birbirlerinden bağımsız olarak peş peşe geldi.

Önce, haftalık basın toplantısında parti sözcüsü Deniz Yücel, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ı “kendini şeyh’ül-islam sanmakla” eleştirdi. Erbaş’ın cuma hutbesindeki “kadınların yüz, el ve ayakları hariç örtünmesi ve kadınların, gençlerin erken yaşta evlenmesi gerektiğine” ilişkin ifadelerini hedef aldı. Onu “saçmalamakla, hadsizlikle” itham etti. Cumhuriyetimizin laik olduğunu anımsattı. Erbaş’ın yurttaşların giyimine, yaşam tarzına, kaç yaşında evleneceklerine “telkin ve tavsiye yoluyla dahi” karışamayacağını vurguladı.

Sonra, bu defa partinin dış politika konularında TBMM’deki sözcüsü Namık Tan, Somali tezkeresi genel kurulda görüşülürken kürsüden yaptığı konuşmada AKP’yi dış politikada etkinlikle işgüzarlığı karıştırmakla eleştirdi. AKP’nin “adeta ‘lafla peynir gemisi yürümüyor’ deyişini yanlış çıkarmak için, dış politikayı her koşulda bağırıp çağırarak yürütmeyi yeğlediğini” belirtti. AKP’nin bir zamanlar Osmanlı’yı ihya hayalleri kurduğunu, şimdi sınırötesi askerî harekâtlarla da yetinmeyip, denizaşırı maceralara yeltendiğini söyledi. Ve, “bir ara tutturduğu Mavi Vatan masalından, o da koşulların zorlamasıyla, yani ekonominin iflası kapıya dayanınca, neyse ki oldukça çabuk yüz geri ettiğini” tutanaklara geçirdi. (Konuşma metninin tamamını okumalarını da ilgilenenlere ayrıca öneririm.)

Bu çıkışların ardından CHP, milletvekilleriyle, lider kadrosuyla arkasına yaslanıp, deyim yerindeyse, “KUDURUN!” diyerek yahut (belki sosyal medya jargonuna uyarak) “bazıları kuduracak ama…” ama diye söze girerek keyif çatabilirdi. “Gerçekler budur, tutumumuz da gerçekler üzerine kurguludur” diyerek özgüven ve tutarlılık ortaya koyabilirdi. Gündeme egemen olabildikleri ve seçmeni de çeyrek yüzyıllık şekerlemesinden uyandırabildikleri nadir anların tadını çıkarabilirdi.

Yazık ki öyle olmadı. Her iki “tenor” da “oraya (iktidara) vurduk, buradan (muhalefetten) ses geldi” deseler yeri. Zira, bu aralar muhalif gözüken kimi eski islamcılar Yücel’i karalama ve CHP’ye akıl verme yarışında hemen kademeye girdi. Yine muhalefet kanadında gözüküp de, “devlet” denince hep topuk selâmıyla esas duruşlarını göstermeyi yeğleyen veya düpedüz düşünmeye cüret edemeyen kimi bürokrat eskileri ve kimi kıdemli gazeteciler de, “vatan kurtaran aslan” havasında topa girerek, “gayrı milli” (!) Tan’ı topa tuttu.

Özcesi, “poz kesmek” ile “pozisyon almak” arasındaki fark da bizde hep adet olduğu üzere alla turca buhar oldu, silindi. Anlaşılmadıysa, gerek Yücel’in, gerek Tan’ın çıkışlarını son derece doğru, yerinde ve zamanlı (hatta gecikmiş de) bulduğumu kaydetmeliyim. Biz burada, “Cuma Hutbesi” meselesini bir yana bırakarak, şu “Mavi Maval” konusunu ele alalım.

“Mavi Vatan” bir slogan. Ne bir doktrin, ne bir strateji, ne bir konsept. Değil, çünkü böyle ve bu adla bir milli güvenlik belgesi açıklanmış değil. Böyle bir karar cumhurbaşkanı ve/veya kabinesince alınmış değil. Haşa böyle bir yasa yok. “Mavi Vatan” diye başlık attıktan sonra, altına her ilgilinin kendi siyasal eğilimlerince uygun göreceği hamleleri veya önlemleri, öncelikleri yazması, kendi kafasından bir harita uydurup eklemesi mümkün. Sloganı uyduranlar, içinde “vatan” sözcüğünü geçirerek, bunun tartışılmasını engellemeye çabalıyor. Ona bir kutsallık, bir amentü statüsü atfederek siyasetin dışına kaçırıyor. 

Vatan nedir? Namık Kemal “vatan şairi” olarak da bilinir. Hamasi dörtlükleriyle tanınan Orhan Şaik Gökyay çok bilinen şiirinde başlıkta “Bu vatan kimin?” diye sorup, “İleri atılıp sellercesine, göğsünden vurulup tam ercesine, bir gül bahçesine girercesine, şu kara toprağa girenlerindir” diye yanıtlar. Konu, sözkonusu şiirin yazınsal niteliği değil. Ozanın tanımı doğru. “Vatan” denilince, onu savunmak ve korumak için uğruna ölünür, ölüm göze alınır. Vatan yurttur, yuvadır, ortak evdir.   

Ancak vatanın sınırları da bellidir. Laik cumhuriyet Fransa’da ilk-ortaöğretimde sınıflarda dinsel simgeler yasak olduğu gibi, duvarlarda da ne görevdeki cumhurbaşkanının, ne kurucu DeGaulle’ün resimleri, ne tricolore ulusal bayrak yoktur. Sınıfların duvarlarında yalnızca Fransa haritası asılıdır. Çünkü cumhuriyet demek ortak vatan demektir. Çocuklara da önce cumhuriyet değerleri öğretilir.

Türkiye Cumhuriyeti denizlerdeki haklarını, karasularını, kıta sahanlığını, Montrö’ye göre boğazlarını, Lozan’a göre Ege’deki adaların silâhsızlandırılmış statüsünü, deniz yetki alanlarını, münhasır ekonomik bölgelerini öncelikle diplomatik yöntemlerle, gerektiğinde yahut zorunlu hallerde zora yani askeri yöntemlere başvurarak, “Mavi Vatan” demeden de yahut “Mavi Vatan” sloganı ortada yokken de koruyamaz mı, korumuyor muydu?

Öyleyse, Tan’ın “masal” çıkışında yanlış olan nedir? Üstelik, “Mavi Vatan” sloganına biat edenler açısından sormak gerekirse, gerçekten de Erdoğan ve AKP “Mavi Vatan” sloganını önce kendileri ortaya atıp, sonra yine kendileri, ama ekonomik sıkıntılar nedeniyle ama işlerine artık öyle değil böyle geldiği için ondan yüz geri etmemişler midir?

Vatanı savunmanın tek ve her zaman, her koşuldaki yolu elde silah ileri atılıp, alnından veya göğsünden kurşunu yemek midir? Bu somun pehlivanlarının, klavye silâhşörlerinin albayrağın gölgesinde veya onu temsilen bulundukları yerde kafalarının üzerinden bir mermi geçip geçmediğini, bir patlamanın, kurşunlanmış veya parçalanmış cansız bir bedenin neye benzediğini hiç gözleriyle görüp görmediklerini, bir silâh veya mesai arkadaşını böyle yitirmenin insanın ciğerini nasıl dağladığını deneyimleyip deneyimlemediklerini sormuyorum bile.

Durduk yere takaza çıkarmadan, yüksek sesle bağırmadan, atar-gider yapmadan da ulusal çıkarlar savunulabilir. Esasen, meslek büyüklerimizden öğrendiğimiz üzere, “diplomaside pozitiften (ve mümkünse güleryüzle) anlatmak esastır.” Savaş ve seferberlik istisnai hallerdir. Daimi seferberlik, daimi olağanüstü hal, daimi beka korkusu ise demokrasi önüne konulan en hacimli takozlardır. Bu takozları dizmek de bayat bir hiledir. Kısaca daimi darbedir.  

Kendi kısıtlı (dolayısıyla bilimsellik iddiası taşımayan) deneyim ve gözlemlerime dayanan basit bir örnek: Son yirmi yıldır Kuzey Ege (Assos civarı) kıyılarımıza ve onun hemen karşısında Edremit Körfezi’nin ağzındaki Midilli adasına çok kez ve oldukça düzenli gittim. Yirmi yıl kadar önce savaş uçaklarımız tepelerin ardından belirip, Midilli’nin üzerine gök gürler gibi dalış yapardı. Sonraları alçak uçuşla adayla kıyı arasında sınır hattı üzerinden kol uçuşu yapar oldular. Sonra aynı devriye yahut hattı belirleme uçuşları yüksek irtifadan sessizce yapılır oldu. Son yıllardaysa en azından ben iki taraftan da karşılıklı uçak uçurulduğuna denk gelmedim.

O zaman “Averof sendromu” kaynaklı ıspasmozlu tantrumlar geçirip, “eyvaaahhh, vatan elden gidiyor!” diye yaygara mı koparmalıyım? Temmuz ortalarında Türk ve Yunan donanma komutanlarının Atina’da bir araya gelmesini “Damat Ferit’lik” olarak mı yorumlamalıyım? Haftalık kapıda vize uygulaması geçerli on Yunan adasına gitmek için limanlarımızda uzun kuyruklar oluşturan yurttaşlarımızı “satılmış” olmakla mı suçlamalıyım?   

Başka güncel bir örnek deneyelim: Geçtiğimiz günlerde Fransa cumhurbaşkanı Macron Fransa’nın geleneksel Batı Sahra politikasını tepetaklak etti. Fas’ın Batı Sahra üzerindeki egemenlik iddiasını dolaylı da olsa tanımış oldu. Bunun üzerine Cezayir derhal Paris Büyükelçisini merkeze çekti. Konuyu izleyenler, olimpiyatların gürültüsüne gitmiş gözükse de, Fransa-Cezayir ikili ilişkilerinde yeni bir buzul çağının başladığını belirtiyor.

Bu örneği seçmemin nedeni Batı Sahra ile Mavi Vatan arasında koşutluk kurmak değil. Fransa’nın güncel V. cumhuriyetinde dış politika ve ulusal savunma başkanın ayrıcalıklı alanları. Demek ki Fransa’da bir devlet aklı veya kara kaplı kitap yok. Kimse çıkıp da Macron’u hainlikle veya aymazlıkla suçlamıyor. Aldığı kararı yanlış bulduğunu belirterek ve bu tutumlarını gerekçelendirerek açıklayacaklar kuşkusuz olabilir, olacaktır. O ayrı.   

Sonuç olarak, ulusal güvenlik ve dış politika deyince CHP’nin öncelikle odaklanması gereken konular ABD’de başkanlık seçimi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, İsrail’in Gazze’de süregiden saldırısı ve Ortadoğu’daki suikastları değil. Geçen yazımda anlatmaya çalıştığım üzere CHP’nin bugün odaklanması gereken (eğer hedef halen “cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmak” ise) demokrasiye geçişin ulusal güvenlik ve dış politikalarının belirlenmesi yahut bu politikaların demokratikleştirilmesi.

CHP böyle davranabilmeli ki özellikle Ankara’da tortulaşmış o anti-demokratik habitus, plasenta, saksı, adına ne derseniz deyin, o ortam artık ortadan kalksın. Gelecek seçimde yeni bir cumhurbaşkanı seçtiğimizde, “tıraş aynı, berber farklı” demeyelim. 

Yine Mavi Vatan’a geri gelirsek, nasıl ki elle bozkurt işareti yapmak ulusal selâmlaşma biçimi değilse, nasıl ki “kızıl elma” ne şimdi ne cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bir ulusal güvenlik ve dış politika doktrini, stratejisi veya konsepti olarak kabul edilmiş değilse, Mavi Vatan için de durum aynıdır.

Siz gider bir çayırın ortasında tek başına duran anıtsal bir ağaca çaput bağlamaya başlarsanız, giderek orası bir yatır olarak kabul edilir. Günün birinde belki gider birileri hatta yörenin belediyesi veya ilgili bakanlık o ağacın çevresini dökme demir parmaklıklarla çevirir, belki taştan bir türbe de yaptırır. Kendi de bir palavra olan, hiçbir zaman Avrupa Birliği’nin resmi bir politikası olamayan “Sevilla haritasına” karşılık üretilen “Mavi Vatan” da işte benzer yoldan dokunulmazlık kuşanır. 

Öyleyse şu bizim okumuş külhanbeylerine çok düzayak bir soru sorayım: Siz Atatürk’ün kendi doğum yeri (memleketi) için “ah Selânik…” diye hayıflandığına dair veya Selânik’i geçtim Kıbrıs konusunda bir saptamada bulunduğuna dair herhangi bir tarihsel belgeye, kayda, anıya denk geldiniz mi?

Özetle, eğer CHP ve genel anlamıyla kendilerine “muhalif” veya “bu böyle gitmez” diyenler, şu “değerlerimiz ve hassasiyetlerimiz” deli gömleğinden kurtulmaya niyetli değillerse, Erdoğan’dan sonra da aynı sapa yollarda düşe kalka yürümeye çalışmaya devam ederiz. 

PS: Bir de “sağlama” önereyim, bu defa “mavi” değil ama “yavru vatan” üzerinden. Geçtiğimiz günlerde Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 50. yılını andık. Bilenimiz bilmeyenimiz, yaşı yetip anımsayanımız yetişemeyenimiz, görüşlerimizi, bilgilerimizi gözden geçirme fırsatı bulduk. Dört uzmanın yazılarını önereceğim: Üç emekli diplomat BE Kaya Türkmen, BE Selim Kuneralp ve Engin Solakoğlu ile Prof. Dr. Serhat Güvenç. Bakalım kimi zihinlerde titrek de olsa bir mum ışığı yanacak mı? Belli belirsiz de olsa bir ezberleri sorgulama hevesi baş gösterecek mi? Yanıt olumluysa, aynı sorgulama ve düşünme cüretinin “Mavi Vatan” konusunda da uygulanmasını istirham edeceğim.