Orta Doğu, uzun zamandır savaşların, suikastların, katliamların ve işgallerin sahnesi olageldi ne yazık ki.
Bildim bileli şiddet sarmalından çıkamadı, önümüzdeki dönemde daha iyi olacağına dair hiç bir emare yok. Tam aksine Üçüncü Dünya bu bölgeden mi Asya Pasifik’ten mi fişeklenecek sorusu ile karşı karşıyayız.
Özellikle Araplar, artan ölçüde İranlılar, Kızıldeniz, Doğu Akdeniz ve Mezopotamya’da giderek yoğunlaşan mevcut çatışmalar, sadece vicdanımızı sarsmakla kalmıyor, aynı zamanda çıkarlarımızı da tehlikeye atıyor.
Gazze’deki son katliamlar, Hamas lideri Haniye’nin Tahran’da suikaste uğraması, Beyrut ve Şam’daki bombalamalar geniş çapta öfke yaratıyor hepimizde.
Netanyahu’nun, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin, Aman’ın ve Mossad’ın eylemlerini öngörmek giderek zorlaşıyor; Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın etkisi bile sınırlı İsrail’i dizginlemekte. Ayakta alkışlanıyor Kongrede.
Türkiye’ye bu hususta kendince rol biçenler var. Bir kısmımız bir zamanlar yüzyıllarca yönettiğimiz bu bölgede Osmanlı ruhuyla müdahale etme isteğini kamçılıyor, hatta Selahaddin Eyyubi edasıyla “bir gece ansızın Kudüs’e girebiliriz” nidaları duyuluyor.
Sokağın ya da öngörüsü zayıf çığırtkanların gazına gelmeyelim sakın.
Bizim savaşımız mı? Gerçeklik ve sınırlamalar
Realpolitik perspektifinden bakıldığında, bölgenin tarihsel gidişatını önemli ölçüde değiştirme yeteneğimiz sınırlı.
O yüzdendir ki Ortadoğu çöllerinde çok savaşmış, bölge sorunlarını, insanlarının kafa yapısını iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk yeni cumhuriyetin yüzünü Batı’ya döndürmek gibi temel bir tercihte bulunmuştu.
Dahası, bildim bileli kargaşa içinde olan (bize karşı muhabbeti çok sevdikleri Türk dizileri ile sınırlı) Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Körfez ülkeleri dahil bölge sakinlerinin Türkiye’nin kendi işlerine müdahale etmesini istediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Tüm bu olup bitenlere rağmen Körfez ülkeleri İsrail ile Abraham anlaşmalarını iptal etmediler, Mısır, Ürdün, Fas, İsrail ile ilişkilerini sürdürüyorlar.
Onun için kendi kendimize gelin güvey olmanın pek alemi yok, bu açıdan düşünüldüğünde de.
Diyelim ki, kimse için değil de kendimiz için İsrail saldırganlığına karşı kalkan olma, bölgeyi savunma bakımından bir “stratejik menfaat” gerekçesi yaratıp ileri atılacak bile olsak askeri bakımından yeteneklerimizi ne küçümsememeli ne de abartmalıyız.
7.5 milyonluk İsrail, ordusu, istihbaratı, ekonomisi, teknolojisi ile kolay bir lokma değil. Taa 1950’lerden bu yana 475 milyonluk Arap dünyasını avucunun içinde tutuyor, aralarında husumet yaratmayı, bölmeyi başarıyor.
NATO destekli İsrail
Bölgedeki herhangi bir askeri müdahale, Türkiye’nin uluslararası ilişkilerini daha da karmaşık hale getirebilir.
İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve çoğu Avrupa ülkesinden koşulsuz destek alıyor. Türkiye karşı çıktığı ve yeni üyeler için oybirliği gerektiği için İsrail’in NATO’ya katılması engelleniyor diğer tüm ülkeler istemesine rağmen.
Yakın zamanda, İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz, Türkiye’yi NATO’dan çıkarma çağrısında bile bulundu üye ülkelere, haddini aşarak.
İsrail’in, Batı desteği bir yana, kendi askeri, ekonomik, finansal ve teknolojik misilleme kabiliyetinin ne kadar geniş olabileceğini de hiç yabana atmayalım. Hele hele NATO müttefiklerimizin herhangi bir çatışmada İsrail’e karşı 5. maddeyi işletip Türkiye’yi destekleyeceğini düşünüyorsanız, hemen kendinizi bu yanılsamadan kurtarın.
Onlar için önceliğin isteseler de istemeseler de İsrail olacağından kuşku duymayın.
Artan tehditler ve riskler
Batı’nın istemediği bir müdahale halinde geçmişte olduğu gibi, mevcut ekonomik kırılganlıklar daha da artırılacak ve Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için her enstrüman kullanılacaktır; borsa, döviz kurları, ticaret ve yatırım akışları bozulacak ve siber saldırılara açık olacağız.
Rahip Brunson olayını ve Trump’ın “ekonominizi mahvederim” tehdidini unutmayın. Ayrıca PKK, KRG, YPG, güneydoğudaki ayrılıkçı Kürtlerin teşviki, İŞİD terörizminin yeniden dirilişi ve Batı yaptırımları muhtemelen tekrar gündeme gelecektir.
Yunanistan’ın fırsatçı oldu bittileri Ege’de bizim için yeni riskler yaratırsa şaşırmayın. Bu olası hamle, AB ortaklarından destek ve de aynı zamanda ülkedeki ABD hava ve deniz üslerinin artan varlığından cesaret alarak yapılabilir.
Batı ile ilişkilerimiz en üst raddeye kadar gerilmişken, Ankara’nın bu riskleri azaltmak için yoğun çaba sarfetmesi gerekecek. Gerçekçi bir destek, her biri kendi sorunlarıyla boğuşan Arap dünyasından, Rusya’dan veya Çin’den gelmeyecektir.
Azerbaycan bile İsrail ile olan stratejik ortaklığını tehlikeye atmak konusunda tereddüt edebilir.
Bu nedenle, Türkiye’nin kendi güvenliği ve istikrarı için İsrail’e karşı potansiyel sıcak çatışmalardan ve müdahalelerden uzak durması, gücünün ve çıkarlarının ötesine geçecek maceralara girmemesi hayatı önem taşımaktadır.
Duygusal tepkiler ve rasyonel yanıtlar
İsrail’in, kendi varoluşuna karşı tehdit olduğunu ileri sürdüğü ülke ve gruplara karşı (milyonlarca sivil Filistinlinin yaşam hakkını açıkça tehlikeye atan) saldırıları bölgede uzun süredir devam eden bir yara.
Tahran, her ne kadar kendisini frenlemeye çalışsa da yakında Hizbullah ve Husiler üzerinden İsrail ile daha yoğun bir çatışmaya çekilmesi ihtimal dışı değil.
Bu durum, çatışmanın giderek sınırlarımıza yaklaşmasına, milli güvenliğimizin tehdit edilmesine yol açacağı, milyonlarca yeni mülteciyi sınırımıza yigacağı için kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de ciddi şekilde etkiliyor.
Duygusal patlamaların ulusal politikaları belirlemesine izin vermenin, uzun vadede daha büyük sorunlara yol açabileceğini biliyoruz. Türkiye, tabii ki tarihi bağları, coğrafi konumu ve kültürel yakınlığı nedeniyle, olup bitenlere kayıtsız kalamaz.
Ancak, geçmişteki müdahalelerinin, milyonlarca mülteciyi ülkemize yönlendirdiğini, ülkemizin istikrarını tehlikeye attığını, büyük ekonomik ve sosyal külfet yarattığını gördük, görüyoruz.
Arap ülkeleri, tarih boyunca karşılaştıkları tehditler karşısında birlikte hareket edebilmek için ortak zemin bulamadı, şimdi de yok öyle bir anlayış birliği.
Bizim müdahalemiz ağır sonuçlar doğurabilir
Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve İsrail ile aynı safta yer alan Körfez ülkeleri ve Mısır ile ilişkileri düzeltmemiz zor oldu, hala da tam kıvamına geldiğini söylemek güç.
Herkes bu soruyu soruyor: Madem barış çubuğu içilecekti şimdi de neden on yıldan fazla bir süre Katar hariç neredeyse tüm Arap dünyası ile husumet yaşadık, ne kazandık bu süreçte?
Suriye’nin Esad’ı hâlâ Cumhurbaşkanı Erdoğan ile el tokalaşmayı reddediyor. Irak, kuzey Irak’taki PKK üslerine yönelik Türkiye’nin kendini savunma amaçlı saldırıları nedeniyle suçlamaya devam ediyor.
Arap Birliği üyesi 22 ülkenin en önemli tehdit konularında bir kez bile ortak hareket ettiği görülmedi. Körfez İşbirliği Konseyi tam bir cadı kazanı.
Bu nedenle, Türkiye’nin gelecekte bölgeye yapacağı herhangi bir müdahalenin geri tepeceğini, bizim için daha ağır sonuçlar doğuracağını söylemek için kahin olmaya gerek yok.
Türkiye’nin mevcut insanı ve diplomatik yaklaşımını sürdürmesi, askeri retorikten uzak durması ve rasyonel bir politika izlemesi en akılcı olanı. Türkiye, bu çatışmaların bir parçası olmaktan ziyade, barışın sağlanmasında rol oynamayı tercih etmeli.
Realpolitik ve ulusal çıkarlar
Hiç dolduruşa gelmeyelim, Orta Doğu’daki tüm ülkeler arasında Tel Aviv’e karşı en sert karşılığı verebilecek tek ülke olduğumuzu söyleyebilirler.
İslam dünyasından, özellikle Arap sokaklarından Türkiye’ye doğru bu yöndeki beklentilerin arttığını da not edelim.
Anlaşılabilir bir şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası modern Türkiye’nin dış politika kararlarını etkiliyor, bu da doğal. Lakin, tarihi miras ve duygusal tepkiler temelde ilişkiler dinamiğini Tanzim etmek ne yazık ki bugünün sahadaki realpolitiği hiç mi hiç örtüşmüyor. Bu yüzden, Orta Doğu’nun kaotik ortamında halihazırda izlenecek en etkili yol, verimsiz ve renksiz kokusuz görünse bile güvenilir ve gücünü gösteren perde arkası bir yaklaşım ile diyalog ve diplomasi kanallarını açık tutulması.
Orta ve uzun vadede daha etkili bu yaklaşım, hem Türkiye’yi büyük potansiyel tehditlerden koruyacak hem de daha iyimser bir bakış açısıyla diplomasi, güç ve tarihi uzlaşma iradesinin akıllıca harmanlanması ile bölgenin sorunlarına farklı bir çözüm seçeneğini sunabilecektir. Çatışmaları dindirmede ve İsrail ile bölge ülkeleri arasında en az çeyrek yüzyıllık bir barışı kurmada Türkiye hala bir köprü olabilir, keskin bir taraf olmadan.
Yahudi asıllı Hazar Türklerindeniz, Ortaçağ engizisyondan, Nazi zulmünden kaçanlara kucak açtık. İslam dünyasında İsrail’i ilk tanıyan ülkeyiz. Dünyada İsrail ile en sağlam güven ilişkisi kurabilecek ülkelerin başında geliyoruz aslında.
Son yılların güven sarsıcı karşılıklı eylemlerine rağmen ben hala inanıyorum ki Türk-İsrail dostluğu derin temelleri sahip.
Elbette İsraillilerin çoğunluğunun onaylamadığı Netanyahu gibi mevcut liderler ile barışı kurmak hiç kolay değil ama uzaydan başka bir lider ithal edecek durumda da değiliz. Ancak, Türkiye’nin de bu tür bir rol oynaması, hem iç hem de dış politikada dikkatli bir denge kurmasını, inandırıcı ve güven verici olmasını gerektirmektedir.
Bizim savaşımız değil
Önümüzde dört seçenek var:
(i) Orta Doğu’nun kaotik ortamında Türkiye’nin mevcut insanı ve diplomatik yaklaşımını sürdürmesi,
(ıı) herhangi bir askeri müdahale retoriğini dile getirmekten kaçınması,
(ııı) İsrail’in eylemlerinden pişman olmasını sağlayacak çok güçlü bir bölgesel NATO benzeri güvenlik ittifakı kurması, ya da
(iv) Batı, Çin, Rusya ve Arap dünyası arasında köprü rolü üstlenmesi.
Bana göre, son iki seçeneğin bugün gerçekleşme olasılığı pek yok.
İşin özü şu: Karşı çıkıyoruz, daha da yayılmasını engellemek için elimizden gelen her şeyi yapmak istiyoruz ama bölgedeki mevcut gerginlikler, daha da büyümesi beklenen bölgesel savaş gerçekten bizim kendi savaşımız değil; dışında kalmalıyız.
Türkiye’nin kendi çıkarları her zaman bizim birinci önceliğimiz
Eğer yarın bir gün savaş, Türkiye’nin ayakta kalması ve hayatı çıkarları için kaçınılmaz hale gelirse, hiç endişe etmeyin tabii ki hepimiz silahlı kuvvetlerimiz ve diplomatlarımızla birlikte yan yana yürüyeceğiz, gerekirse akıllıca savaşacağız.