srail ne Libya ne de Ermenistan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ima ettiği gibi, Türkiye de Saddam’ın Irak’ı değil, İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz’ın talihsiz kıyaslamasına rağmen.
Bir zamanlar bu bölgede sağlam bir şekilde hizalanmış olan bu iki ülke arasındaki giderek artan gergin ve potansiyel olarak tehlikeli dinamikleri anlamak, saçmalıkları bir kenara bırakmayı ve eylem odaklı bir realpolitik yaklaşımı benimsemeyi gerektiriyor.
Türkiye’nin Filistin politikası ve uluslararası etkisi
Türkiye’nin Filistinlilere yönelik insani, siyasi ve askeri çabaları Arap sokaklarında takdir edilmekle birlikte, bugüne kadar somut sonuçlar vermedi.
İsrail ile diyalog kanallarını kapattığınızda zaten sizin de dükkanı kapatıp gitmenizden başka seçenek kalmıyor.
Haklı ya da haksız terörist damgası yemiş, Mossad’in Filistinlileri aralarında bölmek için yarattığı söylenilen Hamas’ı Fatah’a tercih etmek, Türkiye’nin uluslararası arenadaki etkinliğini fiilen engelliyor, hatta bölgede sandığı kadar nüfuza sahip olmadığını gösteriyor.
İsrail, ABD ve AB gibi büyük güçlerle yakın ve koruyucu stratejik bağlarını sürdürürken, Türkiye’nin bu güçler üzerindeki etkisi, iç sorunları ve özerk bir güç olma konusundaki uluslararası hırsları nedeniyle sınırlı kalıyor.
Ankara’nın, Körfez ülkeleri ve Mısır ile ilişkileri normalleştirme girişimleri yolunda gidiyor ama Suriye’nin onca jestlere ve beyanlara rağmen Ankara ile ilişkileri geliştirmeye hala ayak sürümesi şaşırtıcı.
Körfez ülkeleri tarafından İsrail’in ödemesi gereken bir bedel olabilirdi ama Abraham Anlaşmaları terk edilmedi, Tel Aviv ile ilişkileri tam gaz devam ediyor.
Filistin meselesinde Çin faktörü
Son zamanlarda, Filistinli temsilciler Pekin’den gelen bir çağrı sonrası Çin’e giderek bir diyalog ve birleşme anlaşması imzaladılar. Bu, Pekin’in Suudi-İran yakınlaşmasına aracılık etmesinin ardından geliyor ve küresel ve bölgesel güç dinamiklerindeki Çin lehine değişimi vurguluyor.
Çin, bölgedeki etkisini artırırken, Ankara ile angajmanını Uygur meselesi yüzünden sınırlı tutuyor. Türkiye’nin geniş kapsamlı diplomatik ve askeri faaliyetlerinin sahip olduğunu düşündüğü kadar kaldıraç gücüne sahip olmadığı da ortaya çıkıyor.
Dahası, İsrail, ABD ve AB gibi büyük güçlerle sıkı ilişkiler sürdürürken, Türkiye’nin bu güçler üzerindeki etkisi, iç sorunları ve bağımsız bir güç olma konusundaki uluslararası emelleri nedeniyle sınırlı kalıyor. Rehin değişim ve serbest bırakma süreçlerinin Mısır ve Katar’ın elinde olması da Türkiye’nin bölgesel etkisinin sınırlı olduğunu gösteren diğer örnekler.
Bölgede en fazla ses çıkaran ülke Türkiye, ancak bu ses ne yazık ki sonuç odaklı değil.
Doğu Akdeniz’de sesi eskisi kadar duyulmuyor.
Türkiye’nin İsrail saldırırsa Lübnan’ın toprak bütünlüğünü ve egemenliğini koruyacağını söylemesi, teoride iyi görünse de pratikte nasıl gerçekleştirilecektir? İsrail saldırıları zaten başlamışken, Türkiye şimdi tüm tehditlere rağmen nasıl bir yanıt verecektir?
Bu soruların cevapları büyük ölçüde belirsiz.
Gerçekçi olmak zorundayız
Ankara’nın İsrail’e yönelik açıklamalarının ciddi bir uyarı mı yoksa hamaset mi olup olmadığını sorgulamalıyız.
Türkiye gerçekten Erdoğan’ın dediği gibi İsrail’e askeri olarak girebilir mi? Şayet olmaz ama tam da öyle bir çılgınca yola girerse ABD Altıncı Filosu, F-35’ler, İsrail’in nükleer başlıkları, İngiliz, Alman ve Fransız silahlı kuvvetleri, Yahudi sermayesi ve entelektüelleri ne olacak?
Bunlar sadece boş mu duracak, elleri armut mu toplayacak? Tüm bu güçler İsrail’in yanında harekete geçtiğinde Türkiye ne yapabilir?
Erdoğan bunu düşündü mü? Bu hassas ve tarihi güç dengeleri göz önünde bulundurmadan yapılan retorik açıklamalar, sadece cepheyi genişletmeye ve Türkiye’nin manevra alanını daraltmaya hizmet ediyor. Türk ekonomisinin kırılganlığını daha da arttırıyor, risk primlerini yükseltiyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Erdoğan’ın stratejik düşünmeden yaptığı izlenimi veren bu tarz çıkışlar yüzünden elinin ne kadar zayıflatıldığını fark etmiyor mu?
Stratejik iletişim ve diplomasinin önemi
Netanyahu’nun evrensel olarak kınanan Gazze saldırılarını ve kıyımcı politikalarını eleştirmek, onu tecrit etmeye çalışmak, hatta uluslararası toplum nezdinde mahkum edilmesini zorlamak bir şeydir; ancak aralarında Netanyahu’dan nefret edenlerin de bulunduğu tüm Yahudilere karşı cephe açmak, bu cepheyi daha da genişletmek son derece yanlış bir yaklaşım.
22 yıldır ülkeyi yönetmekte olan Erdoğan, Rize’deki bir kahve sohbetinde söylenen sözlerinin uluslararası arenada nasıl yankılandığını bilmiyor mu, yoksa bunu kasıtlı olarak mı yapıyor, içerideki sorunlu gündemi değiştirmek için?
Tehlikeli sularda seyretmek kimseye yarar getirmeyecek, tam tersine sadece daha fazla yıkımı, çatışmayı tetikleyecek.
Türkiye’nin menfaatleri
Bu süreçten Türkiye’nin ne gibi menfaatler elde edebileceği sorgulanmalı.
Gerçekçi, sonuç odaklı ve stratejik bir diplomasi izlenmeden atılan adımlar, Türkiye’nin uluslararası arenada yalnızlaşmasına neden olmakta.
Gözden kaçırdığımız bir başka husus, Ukrayna, Gazze, Libya ve Kafkasya’da hala sıcak savaşların sürmekte olduğu. Bu çatışmalar hemen yanı başımızda.
Türkiye’nin Çin’den Almanya’ya, Rusya’dan Suudi Arabistan’a önemli bir bölgesel bir güç olduğu gerçeği realizmden uzaklaştıkça boş bir slogan olarak kalacak, güç projeksiyonlarına darbe vuracaktır. Ayrıca, bu çatışmalar devam ettikçe, toplumun bölünme potansiyeli de artacaktır. Pratikte, bunun ilk işaretlerini zaten ülke dışında görüyoruz. Gerilimler artıyor, her yerde hem antisemitizm hem de İslamofobi artış gösteriyor. Türkiye karşıtlığı da.
Sonuç olarak, barış sesleri bastırılıyor ve aşırı sağ gruplar barış yanlısı protestocuları Hamas sempatizanlarıyla aynı kefeye koyuyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde, Ankara’nın ahlaki yüksek zemini koruması, gerçekçiliği, stratejik iletişimi ve etkili diplomasiyi öncelik haline getirmesi gerektiğine inanıyorum.
Aksi takdirde, uluslararası arenada çok fazla gürültü çıkaran ama ihtiyaç duyulan iyi sonuçları elde edemeyen bir ülke olarak görülecek, İsrail-Filistin çatışmasında da yangını söndüremeyecek, tam aksine üzerine benzin dökmesi kendi kendisini ayağından vurmakla eş anlamlı olacaktır.