Temel görüşümü hemen yazının girişinde zikredeyim: daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğim gibi CHP kavramı onca telaffuzuna rağmen henüz yenileşmesini tamamlamış bir parti değil. Olmadığı gibi yeniliğin/yenileşmenin ne ifade ettiğine dair somut, elle tutulur bir tanımı da yok. Körün fili tanımlamasına benzer bir şekilde hareket ediyoruz ve galiba toplumda (?) kendisini gösteren değişim isteğinin serpintilerini gerçek bir yağmur sanarak ilerliyoruz. Ama bir hakikat var. Bugünkü CHP’ye daha fazla tarihinden gelen bazı özellikleri atfetmek olanaksız.
Bugünkü CHP’yi tarihsel CHP ile özdeşleştirmek veya o CHP sanmak da bir o kadar yanlış. O unsurlar CHP adını taşıyan bir partinin geçmişte kalmış ve tarihle bütünleşmiş gerçekleri. Bugün daha fazla tek-parti döneminin CHP’sini de Ecevit döneminin, 1980 öncesinin CHP’sini de hatta Baykal döneminin CHP’sini de mevcut CHP’yle bütünleştiremeyiz, iç içe düşünemeyiz. Hatta çok yakın bir tarih olmasına mukabil bugünkü CHP, Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinden de (hiç değilse izlenim olarak) kopmuş görünüyor. Parti çok ani bir irade ve tutkuyla kabuk değiştirdi. Buradan ilerleyelim ve değişimin gerçek dinamiklerini ele alalım.
Sınırları, koşulları belli, çözülmesi tüm sosyo-politik problemler gibi zor, zordan da öte zaman alacak bir problemden söz ediyorum. Problem CHP’nin tek parti döneminden beri çeşitli şekillerde taşıdığı, bazen sırtından indirmek istediği yüküyle ilgilidir. Bana göre CHP yenileşmesinin sırları da bu birikimde yatıyor.
I
Ortada CHP’nin yenileşmesini ya da yeni CHP’yi isteyen bir kitle var. Bu kitle daha ziyade geleneksel CHP tabanıdır. Yani iyi eğitimli, yüksek gelirli, kentli, Batıcı ve laiktir. Hemen belirteyim laikçiliğin (‘laikliğin’ değil) dahi bir kutuplaşma ekseni olarak bugünkü CHP’de fazla bir karşılığı bulunmuyor. Anlaşılan 1990’ların, 28 Şubat’ların CHP’sinden bugüne toplum epey bir yol yürümüş. Kılıçdaroğlu’nun getirdiği ‘helalleşme’ açılımının etkilerini bugün daha iyi görmek mümkün.
Geriye kentli, Batıcı, ‘modern’ hatta bir zamanların AP’sini ANAP’ını arayan, özleyen bir kesim kalıyor. Doğal, çünkü, her zaman söylediğim gibi, CHP, o partilerin olmadığı koşullarda ve dönemlerde orta/merkez bir partidir ve geçmişte kalmış o partilerin ‘kreması’ yani üst yönetimleri ve demografik olarak CHP’nin kentli seçmeniyle benzerlikler gösteren kesimi bugün CHP’lidir. Süleyman Demirel’in dahi son oylarını CHP’ye atarak CHP’li olarak öldüğü bir politik arenada söylediklerim doğrudur.
Kent tarafının bu şekilde pozisyonlanmasına mukabil ve Anadolu’nun son seçimlerde ülkenin % 65’ini CHP’ye teslim etmesine rağmen bugünkü CHP’den ne anladığı ve onu ne kadar desteklediği hala bir meçhul. Eğer CHP başka açılımlar gerçekleştirmezse söz konusu belirsizlik kendisini koruyacak, giderek CHP’nin üstüne kapanacaktır. Bu değerlendirmenin somut bir dayanağı var elbette: nasıl cumhurbaşkanlığı seçimini Akparti kazanmadı CHP (veya Kılıçdaroğlu veya Altılı Masa garabeti) kaybettiyse aynı şekilde son seçimleri de CHP kazanmadı Akparti kaybetti. Partileri iç içe geçiren bu oluşumun son dönemlerde neredeyse evrensel bir norma dönüştüğünü de belirtelim: Biden’ın ayakta duracak hali yok ama Trump kazanmasın diye onu destekleyelim, Macron ve Fransız solu iş yapamıyor ama aşırı sağ kazanmasın diye onları destekleyelim, Altılı Masa olmayacak bir iş ama Erdoğan kazanmasın diye onu destekleyelim anlayışı politik sınıfın ve genel anlamda politikanın neredeyse bir iflasa eriştiğini gösteriyor.[1]
Böylesi bir durumda, hazır son seçimlerde elde edilmiş muazzam güç de ortada dururken, CHP’nin nispi/rölatif kazanımını mutlak başarıya nasıl dönüştürebileceğine dair daha önceki yazılarımdan farklı birkaç noktaya değinmek istiyorum. Sınırları, koşulları belli, çözülmesi tüm sosyo-politik problemler gibi zor, zordan da öte zaman alacak bir problemden söz ediyorum. Problem CHP’nin tek parti döneminden beri çeşitli şekillerde taşıdığı, bazen sırtından indirmek istediği yüküyle ilgilidir. Bana göre CHP yenileşmesinin sırları da bu birikimde yatıyor.
Kürtlerle yeni Cumhuriyet arasındaki karmaşık ilişki 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunun (Anayasa) öngördüğü muhtariyet/özerklik meselesidir. O anayasa çok incelenmiş ve bu konudaki yaklaşımı somutlaştırılmıştır. 1921 Anayasası bir muhtariyet öngörmektedir.
II
Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak inşa edildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün ana fikri kendisinden önceki ve birlikte hareket ettiği İttihatçılardan farklı olarak Osmanlı’yı kurtarmak değil ulusal bilinç ve kimlik üstüne bina edilmiş bir ulus-devlet kurmaktı. Hayatının en önemli safhası olan ve büyük bir askeri daha da büyük bir politik yetenekle idare ettiği Kurtuluş Savaşı boyunca o hareketi iki büyük kuvvete dayanarak gerçekleşirdi. Bunlar Kürtler ve Müslümanlardı. Her iki kesime de savaş yılları boyunca ödünler vermekten çekinmedi. Kürtlerle Amasya Tamimi döneminden başlayarak Müslümanlarla da tüm savaş boyunca tam bir ittifak içinde oldu. Savaşın padişahlığı, Hilafeti kurtarmak için yapılan ‘mukaddes’ bir savaş olduğunu baştan sona ilan eden ve bu uğruda söylenebilecek her şeyi kendi güçlü üslubuyla dile getiren Mustafa Kemal Paşanın savaşın hemen ertesinde cumhuriyetin ilanıyla başlayan dönemde yaptıkları her iki kesime birer parantez açtı ve o ayraçların içindekiler tarafların 100 yıldır unutmadığı bir bellek oluşturdu.
Müslümanların bu konudaki yaklaşımı çok açıktır. Geriye çekildiler, beklediler, toplumdaki büyük destekleriyle günü geldiğinde kendilerine ait olduğuna inandıkları iktidarı elde ettiler. Sonucu çok ciddi bir ekonomik ve sosyolojik dönüşüm üstünden sağladılar. Bugün ‘muhafazakâr sermaye’ denen olgu her şeyi açıklayacak güçtedir. O sermayenin bugün bankaları, medyası, uluslararası ilişkileri, çok büyük bir demografik nüfusu var. Süreç devam ediyor. Bundan sonrasını da bugüne kadar gelen tarih kaydedecek. Ayrıca unutmayalım ki, 1969’dan beri devam eden bu tarih içinde muhafazakârlar Türkiye’deki politik yapının dönüştürülmesinde, geleneksel iktidar olan ordu-bürokrasi-aydınlar ittifakının parçalanmasında da müdahil oldu. O çevrenin ulaştığı iktidar gücünün en büyük işareti 2016 yılında cereyan eden hadiselerdir.
Diğer parantez yani Kürtler’in durumu bu kadar sarih değil. Son zamanlarda Sinan Hakan’ın kitapları[2], Kürtler-Kurtuluş Savaşı-Mustafa Kemal Paşa ilişkisini ele alır. İddiaların başlangıç noktası Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresinden sonra 12 Kürt aşiret reisine yazdığı mektuptur.[3] Gelişmeler bu mektuplarla başlar. Mektuplarda çok önemli bir husus vardır. Paşa, eğer mevcut durum değiştirilmezse düşmanların Kürtlerin yaşadığı toprakları da Ermenistan yapacağını bildirmekte ve muhataplarını ortak mücadeleye çağırmaktadır. Paşa daha sonra da yazışmalarına devam eder. Fakat asıl çok önemli dönüm noktası zaman zaman Amasya Tamimi (22 Haziran 1919) ile karıştırılan, oysa ondan çok sonra 21-22 Ekim 1919 günleri İstanbul Hükumetinin temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Hulusi Paşa arasında yapılan görüşmeler neticesinde akdedilen Amasya Protokolleri’dir, bu adla anılan bir/kaç protokoldür.[4] Çok çeşitli şekillerde yorumlanan bu metnin o günün koşullarında önemli bir unsuru içerdiği açıktır. Birincisi, Kürt bölgelerindeki mevcut ayaklanmaların ve beklenen ayaklanmaların dış güçler tarafından desteklendiği ve o bölgelerde yaşayan insanların Ermenilerin tarihine benzer bir tarihe sahip olacaklarına, yani kışkırtılarak Osmanlıya başkaldıracaklarına dönük uyarıdır. Buna karşılık Mustafa Kemal Paşanın Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak Kürtlerden apayrı bir ırk olarak söz ettiği başka bir gerçektir ki, 1925’e kadar bu yaklaşımını koruyacaktır.
Kürtlerle yeni Cumhuriyet arasındaki karmaşık ilişki 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunun (Anayasa) öngördüğü muhtariyet/özerklik meselesidir.[5] O anayasa çok incelenmiş ve bu konudaki yaklaşımı somutlaştırılmıştır. 1921 Anayasası bir muhtariyet öngörmektedir. Mustafa Kemal Paşa artık muzaffer bir Başkomutan olarak 1922’de İzmit’te gazetecilere verdiği malum ve meşhur, birkaç kere farklı edisyonlarda bugünün Türkçesiyle yayınlanan mülakatında da bu ilkeden söz etmekte, Kürtlere muhtariyet verilebileceğini söylemektedir.[6] Ama öncesindeki sözlerde Kürt nüfusu meselesini dikkatle izlemekte dile getirmekte ve bir hassasiyete sahip olduğunu belirtmektedir. Ama 1922-1925 arasında Meclis’te yapılan birçok çalışmada Kürtlerin desteğini aldığı/kazandığı çok kesindir.
Kurucu ideolojinin Kürtlerle olan 1925 sonrası ilişkisinde bu anlayış içinde hazırlanmış ve biçimlendirilmiştir. Kürtler, bölge ve sosyoloji olarak ‘geri’ yani feodal kabul edilmiş, devrimin taşıyıcı unsurları arasında görülmemiştir.
1925 Şeyh Sait isyanı bir dönüm noktasıdır. İki nedenden ötürü. Mustafa Kemal Paşa (artık Gazi diye anılmaktadır ve bu çok ilginçtir) artık Türkçü/milliyetçi, tek etnisteli (Türkler) ulus-devlet modeline dönmüştür, onu irdeleyecek her türlü modele kapılarını sıkı sıkıya kapamıştır. İkincisi, yayınlanan Takrir-i Sükun Kanunu ile Türkiye’de Tek-Parti iktidarını konsolide etmiştir.[7] Hemen ertesinde de sosyal görünümlü olmakla birlikte kesinlikle bir kültür devrimi olarak değerlendirilmesi gereken çalışmalarına başlamıştır. Bugün Atatürk devrimleri diye bilinen bütün Türk etnisitesi odaklı, özlü bir Batılılaşma projesidir. Kurucu ideolojinin Kürtlerle olan 1925 sonrası ilişkisinde bu anlayış içinde hazırlanmış ve biçimlendirilmiştir. Kürtler, bölge ve sosyoloji olarak ‘geri’ yani feodal kabul edilmiş, devrimin taşıyıcı unsurları arasında görülmemiştir. Literatürde Necmeddin Sahir Sılan’ın hazırladığı ve Doğu Raporları diye bilinen 1939-1953 arasındaki 13 rapor bu saptamamı sıkı sıkıya sıkıya pekiştirir.[8] Raporlar yine literatürde çok yaygın tabirle bölgedeki ‘toplum mühendisliğinin’ çerçevesini dile getirir. Fakat daha da önemlisi bizzat Atatürk’ün gezisi sırasında hükumete gönderdiği telgraflardaki gözlemleri ve nitelendirmeleridir.
Şimdi önemli bir başka noktaya değinelim. Tüm bu çerçevenin kırıldığı çok önemli bir başka nokta 1937 yılında ortaya çıkan Dersim isyanıdır. Trabzon’da öğrendiği ve alışkanlıklarına uygun şekilde sertlikle mukabele edilmesini istediği isyandan sonra Atatürk bölgeye gider. Daha önce birkaç kere gelmek istediğini bölgedeki eşrafa bildirmesine rağmen, ömrünün ancak son yılında, 1917’deki görevinden 20 sonra 1937’de yaptığı bu gezide Atatürk devlet yöneticilerine çektiği telgraflarda bölgeyi bambaşka bir gözle ele almaktadır. Dileyenler bu telgraf metinlerini çok çeşitli kaynaklardan okuyabilir. Metin, Atatürk’ün Türkler ve Kürtler konusuna ‘ırk’ kavramıyla yaklaştığını gösterdiği gibi, o bölgenin ayrı bir anlayışla ele alınması gerektiğini işaret eden satırlarla yüklüdür. Atatürk’ün yazdıkları bizzat başında bulunduğu devletin genel kabullerine dayanmaktadır ve o anlayış Cumhuriyet’ten önce İttihat ve Terakki döneminde teşekkül etmiştir.
Cumhuriyetin ilk raporu, Şark ıslahat planı adıyla 1925 yılında Şeyh Sait isyanından sonra Abdülhalik Renda tarafından hazırlanır. Renda, artık çok iyi bilinen ve devletin ve ordunun en üst düzey yetkililerinin üyesi olduğu Islahat Encümeni’nin bir üyesi olarak ve o encümenin raporu olarak hazırladığı metinde son derecede ürkütücü öneriler getirmiştir. Bazıları uygulanan bazıları ihmal edilen bu önerilerden sonra Prof. Zafer Toprak’ın belirttiği gibi ‘Çankırı Mebusu ve TBMM Başkanı Abdülhalik Renda’nın raporu, Dahiliye Vekili Cemil [Uybadin] Bey’in raporu, Genel Müfettiş İbrahim Tali’nin raporları, Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Çakmak’ın raporları, Halis Paşa’nın raporu, Birinci Umumî Müfettiş Avni Doğan’ın raporu’ ardı ardına gelir.[9]. Arada da 1934 yılında hazırlanan ve hiç şüphesiz Şark Islahat Planının uzantısı olan İskân Kanunu yine çok özel bir anlayışı ve uygulamayı savunmakta ve öngörmektedir.
Daha fazla uzatmaya herhalde gerek yoktur. Kürtlere özerklik konusu Kurtuluş Savaşı döneminde hiçbir zaman çok berrak ve kesin ifadelere dile getirilmemiştir ama çok çeşitli nedenlerle sözü edilen bir kavramdır. Buna karşılık Kürtlerin yaklaşımı çok daha somuttur. Savaş dönemi bir dayanışma ve beklenti dönemi olarak yaşanmıştır. Fakat hemen ertesinde, belirttiğim gibi, etnisist bir yaklaşımla ulus-devlet inşası Kürt beklentilerini geriye itmiştir. Ardından gelen dönem daha da zorludur. Ankara çok daha ırkî bir anlayışa yönelir ve cumhuriyeti tüm halkçılık söylemine rağmen elitsit bir model olarak tasarlayıp İstanbul odaklı, Batı bölgelerinin desteğinde bir kültürel dönüşüm projesi olarak ele alınca Kürtlerle yaşanan gerilimin yoğunluğu arttıkça artıp bizi bugüne taşımıştır. Evet bugüne sadece 1930’ların köprüsüyle gelmedik. 1990’lardaki korkunç ve unutulmaz, yazarken bile irkiltici faili meçhuller (sanki bir hukuk devletinde sayısız cinayetle bütünleşmiş böylesi bir suç ‘kategorisi’ olabilirmiş gibi…) ortak hafızada daha da sarsıcı bir gerçektir.
Daha yakın zamanlara kadar devam eden Çorum, Maraş, en son Madımak nihayet daha dün denecek bir zamanda İzmir olaylarıyla benliğini anımsıyor. Demokratik bir toplumda olması akla hayale gelmeyen ancak 1572’de St Bartholomew katliamıyla mukayese edilebilecek olaylara rağmen Aleviler’in CHP’ye desteği devam etmiştir.
III
Öte yanda ayrıntısına hiç girmek istemediğim Aleviler var. Tarihteki mevcudiyetleri içinde daima hırpalanmış bu kesim 1925’te Bektaşi tekkelerinin kapatılmasıyla elbette başka bir çizgiye evrilmiştir. Ama daha yakın zamanlara kadar devam eden Çorum, Maraş, en son Madımak nihayet daha dün denecek bir zamanda İzmir olaylarıyla benliğini anımsıyor. Demokratik bir toplumda olması akla hayale gelmeyen ancak 1572’de St Bartholomew katliamıyla mukayese edilebilecek olaylara rağmen Aleviler’in CHP’ye desteği devam etmiştir.
Atatürk’ün 1919 yılında, Ankara’ya giderken Aralık günü Hacıbektaş’a gittiği malumdur. Geceyi orada geçirmesi bir yana, kendisini karşılayan Cemalettin Çelebi ve Dedebaba Postu Vekili Niyazi Salih Baba tarafından yanındaki heyetle karşılandıkları, geceyi orada geçirdikleri ve Çelebi’nin kendisine iltifat ettikten, mücadelesini desteklediğini belirttikten sonra ahiren yani savaşın ertesinde cumhuriyet ilan edip etmeyeceğini sorduğunu, o derecede ‘açık fikirli ve ileri görüşlü’ olduğunu tüm bu olayları Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber kitabında anlatan Mazhar Müfit Kansu yazıyor.[10]Alevi/Bektaşi kaynaklarında Atatürk’ün bu soruya ‘evet’ dediğinin zikredilmesine rağmen Kansu, Atatürk’ün soruyu müspet veya menfi cevaplamadığını yazmaktadır. Bu hadiseden evvel daha 26 Haziran 1919’da (yani Samsun’a çıkışından bir ay sonra) İkinci Orduya Alevilerin önemini anlattığını ve görüşlerini destekleyen birkaç kişinin Sivas’a gönderilmesini istediği telgraf da kayıtlardadır.[11]
O tarihlerden sonra da Alevilerin Kemal Paşaya ve CHP’ye bağlılığı sabittir. Fakat değindiğim tarih de ortadadır. O arada hemen belirteyim. 19-26 Aralık 1978’te cereyan eden Maraş olayları Ecevit hükumetine karşı düzenlenen üç büyük komplodan biridir. İlk komplo sokakta devam eden ve dozu gittikçe artan/artırılan şiddet olaylarıdır. İkincisi, İstanbul burjuvazisinin hükumetin ‘solculuğundan’ korkup üretimini kısması, durdurması ve ülkeyi ağır bir ekonomik krize sürüklemesidir. Üçüncüsü Maraş olaylarının patlatılması ve sıkıyönetimin ilan edilmesidir. İttihatçıların ve Cumhuriyetçilerin bu kesimle irtibatı ortadayken Türkiye’nin son 25 yılındaki iktidar gerçeğinin bu şekilde tecelli etmesi CHP-Aleviler ilişkisi bakımından ayrıca ele alınmalıdır.
Bu konuları ayrıntısıyla henüz yayınlanmayan kitabımda ele alırken bir kere daha gördüm ki, 1980’li yılların ikinci yarısından 1990’ların ortasına kadar özellikle Kürtlerle ve Alevilerle ilişkilerin toplumsal barış ve yeni bir toplum sözleşmesi çerçevesinde o dönemki SODEP-SHP bünyesinde çözülebileceği ortaya çıktıktan sonra o kirli ve kanlı dönem başlamıştır. Şunu bilmek ve hatta iman etmek gerekir ki, bu ülkede bir ‘iyi saatte olsunlar’[12] kesimi vardır ve bu işler açık politik ortamdan ve aktörlerinden çok onlardan sorulur. Sorulmalıdır. Ama gerçek tartışma CHP bünyesinde cereyan etmelidir.
Unutmayalım ki, İnönü, Atatürk’ün nutku için, ‘tarihsel değil politik bir metindir’ diyordu. CHP tarihi bugün bir yandan iddiacı bir anlayışla bir diğer yandan da apologetical yani savunmacı, doğrulamacı bir anlayışla ele alınıyor.
IV
Bu değerlendirmeyle başladığımız noktaya dönelim. İlk soru şudur: bugünün, Özgür Özel’in başkanlığındaki ve altından çok suların akacağı kesin olan CHP anlattığım şu tarihin CHP’si midir?
Verdiğim cevabı yineleyeyim: hayır değildir. Bugünkü CHP o tarihin mirasçısıdır ama muris yani mirasçı varisle aynı kişi değildir. Olamaz da. Bu bir doğal gerçek. Kültürel kodlar, görenek elbette bir süreklilik oluşturur ama imtidat yani devamlılık aynılık anlamına gelmez. Her miras ayıklanmaya muhtaçtır. Geçmişte yapılan her şeyin tartışmasız, eleştirisiz, mutlak doğrularla ve aynen benimsenmesi, kabul edilmesi anlamsızdır. Tarih ve toplum hafızalarının nasıl ayıklandığı, nasıl seçmece (selective) şekilde yeniden düzenlendiği malumdur. Kendi haline bırakılmış bir seyirden değil çok bilinçli bir tercih sistematiğinden söz ediyorum. Onun yolu da çok ciddi ve cesur tarih değerlendirmelerinden geçer. Tüm kurucu partilerin ve ideolojilerin bünyesinde benzeri sorunlar vardır. Çözüm bilince gömmek değil yüzleşmektir. O yüzleşmenin çok sert, kırıcı ve yıkıcı şekilde olması gerekmez. Ustaca, sükûnet içinde ama gerçekçi ve kararlı bir şekilde bir parti dönüştürülebilir.
CHP için şu söylediklerim henüz geçerli değildir. Aksine, CHP daima kavşaklarda kalan bir partidir. Haklı olarak kendi geçmişine verdiği her referans onu geçmişin ‘bagajıyla’ iç içe geçirmektedir. Oysa yanlış yanlıştır. Ciddi bir epistemoloji sorunundan söz ediyoruz, bilme biçimi. Ve onunla bitişmiş bir tarihyazımı sorunu duruyor karşımızda. Geçmişte yaşanmış bir tarihi seçmeci bir şekilde ele almak mümkün müdür? Bu soru biraz da geçmişin reddi, yadsınması, yok sayılması anlamlarına gelir mi? Esasen böyle bir olgu tarihte zaten mevcuttur. Revizyonist tarihçilik budur. Her şeyin olduğu gibi onun da iyi ve kötü örnekleri mevcuttur.[13]
Sosyoloji değişim demektir. Zamana bağlı olması ve zaman alması değişimin olmayacağı anlamına gelmez. Yeni demografiler ve özellikle de diyalektiğin muhteşem gücü her şeyi kendi zıddına dönüşmeye ayrıca zorlamaktadır. Politika o kendiliğinden ve doğallık sürecini hızlandırmak içindir.
Sol kültürde ‘revizyonizm’ kavramının ifade ettiği irkiltici anlam sabittir fakat bugünkü dünyanın olgularıyla geçmişteki olguları doğrulamak, haklılaştırmak ve meşrulaştırmak da özel bir duruma tekabül eder. Psikolojide daha çok karşımıza çıkan assertiveness yani dayatmacılık, iddiacılık kavramı tarih yazımı için de aynen geçerlidir. Bazen de tarih o anlayışla yazılır ve kendi içine ayrı bir gerçek kurgulamaya başlar. Önemli olan gerçekle yeniden kurgulanan gerçekliğin, gerçekle kurmacanın birbirinden ayrılmasıdır. Unutmayalım ki, İnönü, Atatürk’ün nutku için, ‘tarihsel değil politik bir metindir’ diyordu. CHP tarihi bugün bir yandan iddiacı bir anlayışla bir diğer yandan da apologetical yani savunmacı, doğrulamacı bir anlayışla ele alınıyor.
Nedeni çok basit: CHP’nin tarihselliği farklı dönemlerde, ona karşı çıkan farklı ideolojiler tarafından bile benimsenmiştir. Bu bir devlet geleneğidir. Kaldı ki, Mendereslerin, Bayarların CHP ile ne sorunu olacaktı? Demirel’in bir tek parti hassasiyeti vardı ama CHP’li olarak bu dünyadan ayrılması bir tesadüf müdür? CHP’lilik bir sınıfsal ideolojidir ve başta belirttiğim üzere, yüksek gelirli, iyi eğitimli, II. Mahmud’dan hatta III. Selim’den bu yana bir tarih ve toplum itkisiyle Batıyla belli düzeylerde temas kurmuş hemen herkesin bir yanıyla benimsediği karmaşık, eklektik bir dokudur. Mevcut tabloya bir de modern devletin kurucularına gösterilmesi gereken çok haklı ve zorunlu saygıyı eklersek CHP’ye dönük teveccühün önemli bir portresini çizmiş oluruz. Cumhuriyet tarihinde ilk ciddi ve sistematik (o arada ‘sistemik’) CHP eleştirisi son çeyrek yüzyılda Akparti iktidarında yaşanmıştır. Ama ana iş güçlü toplumbilimcilere ve tarihçilere düşer. Tamıtamına politikaya ait bir işlevden söz etmiyorum. Politika eldeki malzemeyi kullanır. O malzemenin sınanması başka süreçlere aittir.
Buna rağmen politika süreklilik içindeki değişimdir. Hayat sadece devrimci sıçramalardan oluşmaz. Devrim tarihin sıkıştığı çok özgül anlara aittir. Toplumlar sürekliliğe çok daha yatkındır. Devrim o sürekliliği kendi şiddetiyle koparır. Edmund Burke’un Fransız Devrimine itirazı bu noktadaydı ve o itiraz kendi içinde bugün de canlıdır. O nedenle de muhfazakârlık diye sistematik bir ideolojinin doğmasına yol açmıştır. Kaldı ki, değişmeyen sosyoloji söz konusu değildir. Tersine, sosyoloji değişim demektir. Zamana bağlı olması ve zaman alması değişimin olmayacağı anlamına gelmez. Yeni demografiler ve özellikle de diyalektiğin muhteşem gücü her şeyi kendi zıddına dönüşmeye ayrıca zorlamaktadır. Politika o kendiliğinden ve doğallık sürecini hızlandırmak içindir.
CHP’nin yenileşmesi bir toplumsal beklenti ve ihtiyaçtır. Ortada tarihi olan yüz yıllık bir parti var. Bu partinin zaman zaman ülkenin en tutucu partisi olduğunu biliyoruz. Nedenini sınıfsal olarak yukarıda izah ettim. Ne yapalım ki, tarihsel ilericilik her zaman güncel ilericiliğe açılmıyor. İkisi birbiriyle çelişebiliyor.
V
Bu koşullarda CHP’nin üstüne düşen değişmeci çizgisini içinde bulunduğu nispeten durağan yapıdan çıkıp, tarihi boyunca hem barışık hem zıt olduğu aktörlerle yapısal ve politik açıdan çok bütüncül bir ilişkiye girmesidir. Bu yazıda belirttiğim Kürtler, Müslümanlar, Aleviler (buraya mutlaka eklenmesi gereken sosyalistler) CHP’nin tamamen sol, sosyal demokrat, çoğulcu, diyalojik bir anlayışla bütünleşmesi gereken unsurlardır. Önümüzde bir gerçek duruyor. CHP’nin yüklü şekilde oy aldığı bölgeler Batı ve sahillerdir. Bu bölgeler milli gelirden en yüksek payı alan çevrelerdir. Bu korelasyon birçok politik gerçeği içinde barındırıyor. Laiklikle ilişkili konuların gizi bu ilişkidedir. Çünkü sahiller başta olmak üzere bu bölgeler sürekli olarak CHP’ye oy vermiştir. Aynı şekilde Güneydoğu bölgesinin de en düşük gelire sahip olduğunu bilmek insana yepyeni unsurlar açıyor. Bu zincire Alevi kesiminin demografisini eklemek gerekir.
Son bir nokta: CHP’nin artık hiçbir ilişkisinin olmadığı, kalmadığı 1970’li yıllarda büyük tartışması bizzat Ecevit’in vurgusuyla ‘devlet partisinden halk partisine’ dönüşmekti. CHP, 1920 sonrası aristokrasisinin partisiydi. Buna başka yazılarda ‘Cumhuriyet parvenu’sü’ dedim. Atatürk, büyük dehasıyla savunduğu ideolojinin ve gerçekleştirdiği kültür devriminin ancak bugün de yapısal (ve ‘geleneksel’) olarak CHP’nin tabanını meydana getiren yüksek gelirli, eğitimli, Batıyla doğrudan temasta olan çevreler tarafından desteklenip savunulacağını görmüş ve hamlesini onlara emanet etmişti. O dönemde Türkiye’nin komprador burjuvazisini oluşturan Yahudi ticaret çevrelerinin Kemalist devrimi olanca gücüyle savunması, kendi içinden bir Munis Tekinalp (Moiz Kohen) çıkarması tesadüf değildir.[14] İş insanı İshak Alaton’un maalesef Varlık Vergisiyle hayatı mahvedilen babası Hayim Alaton’ın neredeyse tüm zamanını CHP’ye ve onun kültür devrimine adaması da bir başka olgudur.[15] Kısacası CHP, cumhuriyetin ‘aristokratik’ partisi olduğu da muhakkaktır ama bu bir ‘nakıse’ değildir. Türkiye’de cumhuriyet inkılaplarını benimsemiş, onu savunan bir eşraf sınıfı da söz konusudur ve değişen zamanlarda o sınıfın sosyolojik değişimine uygun olarak doğan sınıflar da kendilerini onlarla özdeşleştirmiştir. Ana mesele, onların dışında kalan, bu yazıda değindiğim aktörleri, CHP’nin yeni anlayışla kucaklayıp kucaklamayacağıdır. O çizgide yapacaklarının neler olduğudur.
Sonuca gelelim. CHP’nin yenileşmesi bir toplumsal beklenti ve ihtiyaçtır. Ortada tarihi olan yüz yıllık bir parti var. Bu partinin zaman zaman ülkenin en tutucu partisi olduğunu biliyoruz. Nedenini sınıfsal olarak yukarıda izah ettim. Ne yapalım ki, tarihsel ilericilik her zaman güncel ilericiliğe açılmıyor. İkisi birbiriyle çelişebiliyor. CHP bu gerçeği yaşadı. Bugün CHP’ye oy veren milyonların onunla örtüştüğünü, özdeşleştiğini söyleyemiyoruz. Negatif oy etkisiyle CHP’nin bugünkü oylarını sağladığını biliyoruz. Bu koşullarda sadece kendisi için değil, kutuplaşarak bölünmüş, yıpranmış Türkiye’nin sağaltım ihtiyacı nedeniyle de CHP’nin yeni bir tabanla bütünleşmesi gerekir. Başarıp başaramayacağını bilmem. O zaman bu işi yüklenecek, üstlenecek başka bir siyasal oluşuma Türkiye geçer. 2002 sonrasındaki Akparti çıkışı ve topladığı ilgi anımsanırsa beklentinin büklüğü de bir o kadar rahatlıkla kavranır. Türkiye, siyasetten daha büyük bir ülkedir ama siyaset de yaşadığımız sorunlardan çıkmakta kullanacağımız tek araçtır. Böyle bir hamle aynı zamanda Türkiye’nin sivilleşmesi ve devlet ötesi bir muhakeme ve pratik geliştirmesi bakımından da hayatidir.
21. yüzyılın Türkiye’sini başka türlü kurmanın imkanı yok.
Dipnotlar
[1] Bu konuda yazılmış en ilgi çekici ve Amerika’nın son dönemdeki batak iç politikasını anlamak için en iyi kitaplardan biri Richard Lachmann’ındır: First Class Passengers on a Sinking Ship: Elite Politics and the Decline of Great Powers. London: Verso, 2022.
[2] Sinan Hakan, Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920) ve Cumhuriyete Giderken Kürtler (1920-1923). İstanbul: İletişim Yayınları, 2013 ve 2023.
[3] Atatürk’ün Bütün Eserleri. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1999, s. 388-389
[4] Faik Reşit Unat, ‘Amasya Protokolleri’, Tarih Vesikaları, Yeni Seri Cilt I, Mart 1961, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, Sayı 3. ‘18’ s. 361; Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele 2. İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2021, s. 36-43.
[5] Murat Sevinç ve Dinçer Demirkent, Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası 1921 Anayasası ve Tutanakları. İstanbul: İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, S. 60.
[6] Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmir Konuşmaları. Ankara: TTK Yayınları, 1996. Bu belgelerin ilgili arşivlerde ‘Kürtlerle özerklik’le ilgili yanı nedeniyle ‘sır gibi saklandığını’ Doğu Perinçek mülakatın (basın toplantısının) ve o dönemdeki Eskişehir ve İzmit konuşmalarının yeni baskısının önsözünde dile getirir. Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1999, s. 9-11.
[7] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1923-1931. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2010. Türk politik yaşamında bu çok tartışılan konunun ayrıntıları, kanunla ilgili görüşmelerin tutanaklarından izlenebilir: İsmail Göldaş, Takrir-i Sükun Görüşmeleri. İstanbul: Belge Yayınları, 1997.
[8] ‘Doğu Sorunu’: Necmeddin Sahir Sılan Raporları (1939-1953). Yay. Hz., T. Akekmekçi, M. Pervan. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010.
[9] Zafer Toprak, ‘Doğu Raporları’, Toplumsal Tarih, Mart 2010, s. 47-56. Konunun ayrıntısını dileyenler derginin belirttiğim sayısındaki yazılardan izleyebilir.
[10] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber. İki cilt. Ankara: TTK Yayınları, 2022.
[11] Atatürk Sivas Kongresini düzenlemekteydi. Erzurum Kongresini, Kazım Karabekir Paşa örgütlemişti. Mustafa Kemal Paşa’nın o kongreye katılması büyük ölçüde emr-i vakidir. Kaldı ki 7-8 Temmuz gecesi ordudan istifa etmiştir, rütbesizdir. Buna rağmen Kazım Paşa kendisine desteğini aynen sürdüreceğini bildirmiş, kongrede de başkan seçilmesini sağlamıştır. Telgrafta Sivas’a mümessil gönderilmesini istemesi aklında ve ortada Erzurum Kongresi olmadığını gösterir. Erzurum Kongresini tüm çok önemli kararlarına rağmen bir danışma kurulu olarak görmelidir. Gerçekten de büyük kongre Sivas’ta vücut bulmuştur.
[12] Tabiri Demirel aktarmıştı. Yeni Başbakan olduğunda (1966) bizzat kendisinin MİT Müsteşarı olarak atadığı ama Nazi İstihbarat Şefi , sonradan müttefiklere iltica eden, Soğuk Savaşta ‘komünizmle mücadele faaliyetlerinin’ planlayıcı Reinhard Gehlen’in öğrencisi Em. Korgnrl Fuat Doğu’nun kendisine geldiğini ve konulardan bahsederken sürekli olarak ‘iyi saatte olsunlar’ diyerek bir kesimi dile getirdiğini belirtir. ‘Bu nedir, cihet-i askeriye mi?’ diye sorduğunda ‘Evet’ dediğini söylemişti. (Doğu, kendisine bağlı olmasına rağmen 12 Mart muhtırasını önceden doğallıkla istihbar eder ama Başbakana bilgi vermez. Eski bir asker olan Cevdet Sunay da o sırada Başbakanın telefonuna çıkmamaktadır ve Fuat Doğu, Cumhurbaşkanının talimatına göre ‘cihet-i askeriye’ doğrultusunda hareket etmektedir.) Ben elbette ‘cihet-i askeriye’yi değil çok genel bir anlayışla ‘derin devlet’i kastediyorum.
[13] Bu konuda bknz., Sarah Maza, Thinking About History. Chicago: University of Chicago Press, 2017, özellikle s. 137-146.
[14] Moiz Kohen/Munis Tekinalp için bknz., Jacob Landau, Bir Türk Yurtseveri (883-1961). İstanbul: İletişim Yayınları, 1996. Liz Behmoaras, Bir Kimlik Arayışının Hikayesi. İstanbul: Remzi Kitapevi, 2005.
[15] Bknz., Mehmet Gündem: Lüzumlu Adam: İshak Alaton. İstanbul: Alfa, 2012.