Normalleşme 31 Mart sonrasında siyasi literatüre farklı bir konumda yerleşti. CHP ile başlayan normalleşme süreci an itibariyle bir daha gündeme gelmemek üzere rafa kaldırılmış değil ama bu tür süreçlerin sürdürülebilirliğinin en az başlatılması kadar önemli olduğunu bu örnek bize göstermiş oldu.
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile normalleşme çabaları daha eskiye dayanıyor elbette ama şu ana kadar başlamamış olması bile bu işin o kadar kolay olmadığını gösteriyor. Türkiye’nin genel bir “izolasyon algısını kırma” ve “ne pahasına olursa olsun eski düşmanlarla barışma” motivasyonunun dışında Şam’la görüşmeyi mantıklı ve zamanlı kılan çok fazla gerekçe bulmak zor.
İlkesel olarak komşu bir ülkenin yönetimi ile diyalog kurmanın elbette yanlış bir tarafı yok. Ama önce ilişkiler neden bozuldu, neden kanlı-bıçaklı hale gelindi ve normalleşme için bu sebepler ortadan kalktı mı diye bakmak gerek.
Ülkenin güneyindeki Süveyda’daki çatışma ortamı, Şam yönetiminin ülkede herhangi bir katılım ya da güç paylaşımına kapalı tutumu, bir milyona yakın insanın rejim tarafından öldürülmesinin yarattığı travma, ülkenin fiilen farklı güçlerin kontrolündeki sektörlere ayrılmış olması ve bu sorunların her hangi birinde yakın vadede olumlu bir gelişme ihtimalinin bulunmaması ilişkileri bozan unsurların durduğu yerde durduğunu gösteriyor.
Üstelik ilişkiler iyi iken var olmayan Türkiye’nin kontrolündeki Suriye toprakları ve Türkiye’de bir kısmı 13 yıldır yaşayan bir kısmı Türkiye’de doğan ve Suriye’de hiçbir bağı kalmamış milyonlarca göçmen sorunu daha da grift hale getiriyor.
İlişkileri zehirleyen bu dinamiklerde bir düzelme olmasa da olumlu bir gelişme ihtimaline karşı diyalog kanalları zorlanabilir. Orada da Şam’ın Ankara’nın beklentilerini ne kadar karşılayabileceği sorusu gündeme geliyor.
Türkiye’nin en üst düzeye Irak’la yürüttüğü ilişki dinamiğini de Suriye ile zorlanan normalleşme adımlarını da günün sonunda PKK/PYD ekseninden okumak gerek. 2002 öncesinde PKK, Ermeni, Rum üçgenine sıkışmış Türk dış politikası benzeri, Türkiye’nin yakın güney coğrafyasındaki ana refleks parametreleri büyük oranda terör parantezine hapsolmuş durumda.
Her iki ülkenin de normalleşmeden ilk anladıkları terörle mücadele. Ama iki başkentin terör tanımları farklı. Şam’ın terör tanımı daha çok Özgür Suriye Ordusu ya da Suriye Milli Ordusu olarak tarif edilecek Türkiye tarafından desteklenen silahlı güçler. Bu kuvvetler Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarında PKK’ya karşı Türk ordusu ile birlikte savaşmış kuvvetler. Ayrıca sınırın öte yakasında görece bir güvenlik hattında terör riskinin Türkiye-Suriye sınırından uzak durmasının ve bölgede iç istikrarın sağlanmasının da önemli etkenlerinden.
Düne kadar Türkiye ile bu kadar yakın duran bu güçlerin Şam istedi diye ortada bırakılması mümkün değil. Esad-Erdoğan görüşme ihtimalinin bile bölgede sebep olabileceği gerilimleri son iki haftada yaşadık.
Türkiye’nin terörden anladığı PKK ve IŞİD’ın adları ise Şam’ın defterinde geçmiyor. Hatta her ikisinin de bölgedeki varlıklarında Esad yönetiminin doğrudan-dolaylı desteği oldu. Şam’ın PKK ile mücadele etmeye de bölgeyi kontrol etmeye de yetecek gücü yok.
Şam’ın en temel beklentisi olan Türk ordusunun Suriye’den çekilmesi ise her iki ülke için de riskli. Taraflar da bunun farkında.
Türkiye’de 4 milyona yakın Suriyelinin Esad orada olduğu sürece ülkelerine dönmesini beklemek hayalcilik. Esad kendisine muhalif bu kadar geniş bir kitlenin gelmesini de istemiyor. Öyle ki gelmemeleri için mülklerine bile yasal dolandırıcılık hamleleri ile el konuldu.
Esad yönetiminin 34 Türk askerini Suriye’de şehit eden Rusya’nın ve Türkiye’nin bölgesel etki alanında her zaman bir rakip olarak önüne çıkan İran’ın bölgede dengelenmesi işlevini görmesi ise bölgenin son 10 yıllık geçmişine de cari güç parametrelerine de aykırı.
Tüm bu süreçte Türkiye’de dış politika yapım süreçlerinde toplumsal dinamiklere dair iletişim mekanizmalarının etkin kullanımının algı oluşturmaya dönük operasyonel hamlelerle sınırlı kalması ve meşruiyet zeminini genişletmeye dönük sahici etkileşimlerin rafa kaldırılması ise olan biteni anlamlandırmayı daha da zorlaştırıyor.
Suudi Arabistan ve Mısır ile normalleşmenin yaşanan derin kırılmalara ve Türkiye’nin ahlaki pozisyonundaki üstünlüğe rağmen ülkelerin yararına olan gerekçeleri vardı. Erdoğan’ın iş tutuş tarzındaki problemlerine, ilişki kurmayı talep ederken Türkiye’nin bölgesel ve tarihi ağırlığı ile uyumsuz üslup sorunlarına rağmen karşılıklı olumlu sonuçlardan bahsedebiliriz.
Bu ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar katmanlı dinamiklere ve içinden çıkılması zor sorunlara sahip Türkiye-Suriye ilişkilerinde Esad’la görüşmeyi sanki her şeyin çözümü gibi görmek sonrasındaki hayal kırıklıklarını da büyütecektir.
Ayrıca Türkiye’nin bugüne kadarki ahlaki ve siyasi olarak gerekçelendirilebilecek meşru politikalarını, uygulama ve idaredeki yanlışlara rağmen, yok saymak Türkiye’ye de, hayatını kaybeden Suriyelilere de haksızlık olacaktır.