Suriye ile diyalog menziline girilirken sahadaki zor denklem

Geçen pazartesi günü Suriye’nin kuzeyinde, büyük bölümü Türk Silahlı Kuvvetleri’nin denetimi altındaki harekât bölgelerinde doğrudan Türkiye’yi hedef alan saldırılar, Şam ile normalleşme beklentileriyle birlikte, Türkiye’nin bu bölgelerdeki varlığının geleceği sorusunu da gündemimize taşımıştır.

Bu olayların, pazar gecesi önce Kayseri’de patlak veren, ardından başka bazı illere de yayılan ve doğrudan Suriyeli sığınmacılara yönelen saldırılarla aynı zamanlamaya denk gelmesi kuşkusuz ilk bakışta dikkat çekicidir.

Böyle olmakla birlikte, Suriye’nin kuzeyinde Türk bayraklarını, Türkiye’nin güvenlik unsurlarını ve kurumlarını hedef alan saldırıları daha çok Esad rejimi ile Ankara arasında normalleşme sürecinin başlayabileceği yolundaki son gelişmeler bağlamında değerlendirmek daha isabetli görünüyor.

Bir başka anlatımla; Kayseri’deki olaylar baş göstermese de muhtemeldir ki Kuzey Suriye’deki bu saldırılar yine gerçekleşecekti.

Ancak buradaki zamansal örtüşme, yine de Suriye meselesinin her iki boyutunun altını eşzamanlı bir çerçevede çizmesi bakımından kayda değerdir.

*

Suriye denkleminin hayati bir boyutunda Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli sığınmacının ülkelerine dönmesi başlığı yer alıyorsa, madalyonun diğer yüzünde de Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının gelecekte ne olacağı sorusu asılı duruyor. Ve her ikisi de Suriye krizine bulunacak nihai bir çözüm bağlamında pekâlâ bir şekilde birlikte gündeme gelecek, ele alınacak konular.

Tabii bu konuyu özellikle önemli kılan yeni bir gelişme, Ankara-Şam ilişkilerinde elle tutulur bir hareketliliğin uç vermiş olmasıdır.

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın geçen hafta başında “Ülkesinin topraklarının tümü üzerindeki egemenliğine saygı ve terörle mücadeleyi esas alması halinde Türkiye ile ilişkilerde her türlü inisiyatife açık olduğu” yolundaki açıklaması, ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu çıkışa olumlu bir karşılık vermesiyle yeni bir atmosfer belirmiş durumda Ankara ile Şam arasında.

Her halükârda bir normalleşme sürecinin başlaması halinde Türkiye’nin Kuzey Suriye’deki durumunun Esad rejimi tarafından gündeme getirileceğini tahmin etmek güç değildir. Dolayısıyla, önümüzdeki yeni döneme bakarken bu konuyla ilgili bütün parametreleri ortaya koyarak, meselenin gerçekçi bir röntgenini çekmekte yarar var.

*

Bunu yapmaya giriştiğimizde öncelikle çok temel bir tespitin altını çizmemiz gerekiyor. Türkiye, bugün güney komşusuyla 911 kilometre uzunluğundaki sınırının yaklaşık üçte ikisinde, sınır hattının Suriye tarafında sahada önemli bir askeri güç bulunduruyor.

Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in yakın zamandaki muhtelif açıklamalarında telaffuz ettiği rakamı tekrarlarsak, “Bugün Suriye hududunun yüzde 63’ü ileriden kontrol altına alınmıştır.” 

Her akşam televizyonlardaki haber bültenlerinde sıkça karşımıza çıkan haritalarda da gördüğümüz şekilde, Türkiye “sınırın ileriden kontrolünü” Suriye topraklarındaki dört ayrı harekât bölgesi üzerinden sağlamaktadır. Tek tek bakarsak...

*

Bunlardan sonuncusu, Fırat’ın doğusunda Türkiye’nin 2019 yılı Ekim ayında PKK/YPG’ye karşı gerçekleştirdiği askeri operasyon sonucu ortaya çıkan “Barış Pınarı” harekât bölgesidir. Tel Abyad ile Resulayn (Şahlıurfa’da Akçakale-Ceylanpınar hattı karşısı) arasında yaklaşık 155 kilometreye uzanan 30 kilometre derinliğinde bir bölgeden söz ediyoruz.

Bu harekât alanı, güneyinde, doğusunda ve batısında PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG-PYD’nin ana omurgasını oluşturduğu ABD’nin himayesi altındaki “Özerk Yönetim” bölgesi ile temas hattındadır.

Fırat’ın Suriye topraklarına girdiği Karkamış’tan batıya doğru gittiğimizde, yaklaşık 107 kilometreye uzanan sınır hattının altında “Fırat Kalkanı” harekât bölgesi bulunuyor.

Bu bölge, 2016 Ağustos ayından 2017 Mart ayına kadar süren ve hem DEAŞ hem de PKK/YPG’nin hedef alındığı uzun süreli bir askeri harekâtın sonucu şekilenmiştir. En batısında Azez,  güneyinde El Bab yer alıyor. Burada, bölgenin güneyinde, batıda Tel Rifat, doğuda Menbiç’te  “Özerk Yönetim” ile temas hattı söz konusu. İkisi arasındaki alanda, temas hattının karşısında Esad rejimi var.

Üçüncü olarak, 2018 yılı başında PKK/YPG’ye yönelik askeri harekâtın sonucu olan “Zeytin Dalı” (Afrin) harekât bölgesi bulunuyor. Bu bölge batısında Hatay’a, kuzeyinde ise Kilis’e komşu. Suriye sınırının bu bölge içinde kalan kısmı yaklaşık 140 kilometre.

Ve dördüncü bir alan olarak projektörlerimizi “İdlib Gerilimi Azaltma Bölgesi”ne çevirebiliriz. Hatay’a komşu bir bölge İdlib. Hatay’dan Suriye’ye giriş yapılan Cilvegözü Kapısı da buradaki sınır hattında bulunuyor. Türkiye-Suriye sınırı bu bölgede 172 kilometre kadar.

*

Bu dört harekât bölgesi içinde başta saydığımız üçü ile en sonda kayda geçirdiğimiz İdlib arasındaki önemli bir farklılığa dikkat çekelim. İlk üç bölge, sahada ana aktör kimlikleriyle Türkiye ve müttefiki eski adıyla “ÖSO”, yeni adıyla Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) söz sahibi oldukları bir coğrafyayı gösteriyor.

Türkiye’nin bu bölgelerin yönetiminde kurumsal olarak ne ölçüde etkili olduğu, eğitim de dahil olmak üzere birçok temel hizmet alanında kolaylıkla gözlenebiliyor günlük hayatta. Suriye Milli Ordusu’nun gerisindeki resmi Suriye muhalefetini temsil eden Suriye Geçici Hükümeti, bu toprakları “özgürleştirilmiş bölge” olarak nitelendiriyor.

Örneğin, bu hafta başında bu bölgelerde Türkiye’ye karşı gerçekleştirilen saldırıların  ardından Suriye Geçici Hükümeti tarafından yapılan açıklamada, “Özgürleştirilmiş bölgelerde güvenliğin bozulmaması için halkımızı itidalli davranmaya davet ediyoruz” denildi.

Buna karşılık, İdlib çatışmasızlık bölgesinde farklı bir durum var. Burada sahadaki alan kontrolü büyük ölçüde BM Güvenlik Konseyi kararlarında “terör örgütü” kategorisinde görülen Hayat Tahrir eş Şam (HTŞ) adlı örgütte. İdlib, idari açıdan da HTŞ’nin kontrolü altındaki “Ulusal Kurtuluş Hükümeti” kimliğini kullanan ve muhtelif bakanlıkları bulunan bir yapı tarafından yönetiliyor.

Türkiye, İdlib’te de önemli bir askeri güç bulunduruyor, ancak bu birliklerin görevi öncelikle toplam 3.5 milyon insanın yaşadığı İdlib’den Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını önlemeye dönük bir caydırıcılık işleviyle sınırlı.

Diğer üçüyle birlikte toplam dört bölgenin nüfusu 5.5 milyon olarak hesaplanıyor. Bütün bu coğrafyada yaklaşık 15 bin kadar Türk askerinin görev yaptığı tahmin ediliyor.

*

İdlib ile diğer üç harekât bölgesinin statülerine bakıldığında kritik bir püf noktası karşımıza çıkıyor. Türkiye’nin de sahada olduğu İdlib dışındaki bu üç bölgede muhalif unsurlar, bütün tartışmalarla birlikte büyük ölçüde ılımlı muhalefet kategorisinde kabul ediliyor. Suriye Geçici Hükümeti de siyasi alanda bu kimliği üstleniyor.

Ancak İdlib’de sahadaki başat aktör olan HTŞ, BM Güvenlik Konseyi tarafından hâlâ “terörist örgüt” kategorisinde kabul edildiğinden, Suriye ile başlayabilecek bir müzakere sürecinde HTŞ’nin durumunun ciddi bir pürüz yaratması muhtemeldir.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Alexander Lavrentiev, bu yılın başında yaptığı bir açıklamada Türkiye-Suriye normalleşmesinden söz ederken, Türkiye’nin bugün Suriye’de bulunduğu alanın büyüklüğünün  ‘neredeyse Lübnan’ın iki katı kadar’ olduğunu söylemişti.

Peki Türkiye, Suriye’de iki Lübnan kadar büyük bu sahadan çekilmeyi hangi koşullara bağlıyor? Bu soruya yarınki yazımızda yanıt arayalım.