Yazın gelmesiyle dizi furyasına da ara verildi, geçtiğimiz dönem televizyonların en çok izlenen dizisi Kızılcık Şerbeti RTÜK kararıyla beş hafta yasaklanmıştı, ardından Kızıl Goncalar’a da benzer bir ceza gelmişti. Kadına yönelik şiddete karşı olması nedeniyle de ilgiyle karşılanan Kızılcık Şerbeti, izlediğini anlamakta müşkülat yaşayan RTÜK tarafından “kadına yönelik şiddete teşvik” ile suçlandı. Belki de mütedeyyiniyle sekülerinin birbirleriyle yüzleşmesi ve birbirinden etkilenmesinden hoşlanmadı bazı çevreler.
Televizyonda huzur içinde, doğru düzgün bir dizi izlemek bile siyasete endekslenmiş vaziyette memleketimizde.
“Kan kusup kızılcık şerbeti içtik” deme dönemi bitmeli, her şeyin doğrusunu söyleyenler geleceği belirlemeli artık!
Bu zihniyet yapısı kolay kolay normalleşmeyeceğine göre, onları dönüştürüp ülkeyi normalleştirmemiz gerekiyor.
Oscar Wilde, “Mantıklı insan dünyaya uyum sağlarken, mantıksız insan ise dünyayı kendine uydurmaya çalışır, tam da bu yüzden dünyayı mantıksız insanlar değiştirir” demiş.
Ülkede herkes doğal olarak kendine yakın bulduklarıyla siyaset yapıyor. MHP ile HÜDA PAR’ın yan yana gelebileceğini kim tahmin edebilirdi? AK Parti’nin de kimyasının tuttuğu anlaşılan HÜDA PAR başkanına çocuk yaşta evlilikleri soruyorlar, kınamak ne kelime, “neye göre çocuk, kime göre çocuk” diye bu vahşeti savunmaya kalkıyor. AK Partili kadın vekiller bile bu maço ortamda kendilerini yalnız ve yalıtılmış hissediyorlar.
Yakın gelecek artık kadınlar için yeni bir umudun başlangıcı olmalı!
İstanbul belediyemiz İstanbul’daki kaçak konutları yıkıyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı İstanbul’u koruyacağına, kaçakçıları koruma altına alan düzenlemeleri ile bu kaçak yapılara kalkan oluyor. Üsküdar’da “Nedir bu rezillik?” dediğimizde kulak asmayanlar, seçim sonuçlarını görünce hâlâ “Nerede hata yaptık?” diyebiliyorlar. Geçti Bor’un Pazarı, sür eşeği Niğde’ye…
İtaatkâr topluma karşı çıkanlar bir tarafta, itaati esas alanlar diğer tarafta diziliyor. Kimse itaat ilişkisine karşı değil, neye itaat edildiğine göre değişiyor tutumları. Yasalara değil yasaların delinmesine itaat edebiliyorlar. Haksızlığa, zulme itaat edilmesini savunabiliyorlar.
Yanlışa itaat etmek, yasalara uyum sağlamaya direnmek demek. Bu hafta yine Bahçelievler’de yedi katlı bir bina kendiliğinden yıkıldı, anlaşıldı ki üç katı kaçakmış. Niye Paris’te kimse evine kaçak kat çıkmak bir yana habersiz pencere bile açamıyor? Suça göz yuman idare suça ortak olabiliyor.
Güce secde edenlerin bir geleceği olamaz. Filler en çok karıncadan çekinirmiş. Karınca gibi çalışarak, semirmiş bir kesimin etrafını milyonlarca karınca sarıp sarmalayabilir elbette.
Yapılması gereken ilk iş yıllardır naftalin kokan siyasi gettoların camlarını açmak ve havalandırmak olmalıdır. Bu naftalin kokan ortamda, hiç merak etmeyin oksijen hepimize iyi gelecektir, zihinleri açacaktır. Demokrasi açığı ile oksijen açığı arasındaki bağlantı ortada. Marmara Denizi’nin oksijen eksikliği denetimsiz denize salınan atık maddelerden kaynaklanmıyor mu? Siyaseti de, doğayı da savunmanın yolu her türlü kirliliğe karşı kararlı bir etik duruşta buluşmayı gerektiriyor. Aslında bütün yeryüzünün bir ibadethane olduğu idrak edilse, belki yerküremizi siyaseten, ahlaken temiz tutmayı da akıl edebilmek mümkün olacak.
“CHP zihniyeti” mottosunu milli spor olarak sık sık kullananlar bilmelidir ki, bu çizgi her gün kendini aşmak ve yenileme konusunda bir adım atma gayreti gösterdiği için belki de son seçim kazanıldı. Bıraktığımız yerde kıpırdamadan duranlar kendi sabitelerini herkes için geçerli sanmamalı. Tutuculuk siyasetin kitabında yazmamalı.
Parti devleti modeline karşı çıkan bütün siyasi partiler yan yana geldiler. “Biz partilerle değil milletle ittifak edeceğiz” diyenler ise farkında değil ki milletin dışındaysanız ancak, onunla ittifak yaparsınız, içinde olduğunuz bir şeyle ittifak olunmaz. O yüzden Türkiye ittifakını partilerden çok milletle ittifak diye tanımlayıp sonra MHP’ye Türkiye ittifakına katıl çağrısı yapmak, kendi içinde çok tutarlı bir tutum gibi gözükmüyor.
Bir kısım kıt kanaat sahibi önderler de geçmişte AK Parti’den ayrılanlarla ortaklık kurulamayacağını iddia edip durdular. Niye? Siz “Sistem değişti, o yüzden bir daha Erdoğan cumhurbaşkanı olabilir” diyebiliyorsunuz; ama sistemin değişmesine itiraz edenler yan yana gelmemeli, öyle mi? Niye AK Parti’nin tutum değişikliğine karşı itiraz bu kadar anlaşılmaz geliyor, anlamak zor.
Topluma bilirkişi tavrıyla bakıp, yurttaşa hamilik ve patronaj kurmaya çalışanlar yanılıyor. Toplumun akil baliğ olup olmadığını saptayacak bir yetkilendirilmiş kurul değil kimse. Vesayet, siyaseti bypass etmek ise Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında siyasetin alanını genişletmekte buluşmak gerekiyor. Normalleşmeyi 12 Eylül rejiminin aşılmasında anlaşmak olarak tarif etmek gerekiyor.
Anayasa, siyasi partiler ve seçim yasalarından kayyım siyasetiyle ilgili yasalara hızlı değişim gerekiyor. Toplum için neyin iyi neyin kötü olduğunu saptama yetkisi ve kibri kimseye tahsis edilmiş değil. Her birey kendi iyi ve doğrusunu evrensel ahlak doğrultusunda seçme özgürlüğüne sahiptir. Kendi kendimize gelin güvey olarak sadece ülkeye zaman kaybettiriyoruz.
Gelecek, özgürlükler için yeni bir umudun başlangıcı olmalı! Özgürlükler aynı zamanda büyük bir sorumluluk gerektirdiğinden yeterince taraftarı olmayabiliyor.
Anlaşılan bundan sonra da ciddi, yapıcı tezleri olamayanlar şu tezviratla durumu idare edecek: “Siz kayyım siyasetine karşısınız, PKK de karşı, demek ki siz PKK’nin politikalarını savunuyorsunuz.” Bu mekanik ve zorlama siyaset tarzıyla artık çocukları bile kandırmak zor.
Muhalefete PKK politikalarını savunuyor diye gözdağı verirken, bu tür örgütlerin rol kapmaya çalışan açıklamalarından da medet ummaktan geri kalınmıyor. Bu tür örgütler rol kapmak, ne kadar etkili olduklarını göstermek adına bu tür manevralar yapabilir; ama tuhaf olan iktidarın bu tür hamlelerden medet umması, bu gollük paslara bayılmasıdır. Halbuki bugün asli görev Kürt sorununun hibrit savaşların aracı olmasını engellemeye yönelik pozitif bir siyaset ve modellemeye kafa yormayı gerektiriyor.
Demokrasiyi savunmayı, yerel yönetimlerin yetkisinin artmasını istemeyi, hukuk teminatından yana olmayı örgüt propagandası gibi anlatanlar, fiilen tam da aslında kendileri bunu yapıyorlar.
Sorunların tek çözüm mercii parlamentodur, TBMM de bunun için vardır. Partiler de sine-i millete dönmediklerine göre siyasi görevlerini yerine getirmeli, birbirlerinin meşruiyetini sorgulama yarışından vazgeçmelidirler.
O yüzden sürekli olarak bunu, şunu yaptın gibi aslı astarı olmayan saçmalıklardan, çamur atma siyasetinden vazgeçip, anti-siyasetten, siyaset üretmeye geçilmesinde fayda vardır. Sadece doğrulara parmak basılmalı; ama anlaşılan bunu yapmak da birilerinin damarına basmak anlamına geliyor!
Bu fikrî çölleşme ortamında bir fikrî vaha yaratmaya çalışmalıyız, siyaset yurttaşın yüzünü güldürmek için yapılır, siyasetçiyi memnun etmek için değil. Sadece içi boş seraplarla hâlâ yurttaşı avlamaya çalışanların işi zor.
Demirel’e, bir dönem Çiller’e olan yurttaş ilgisi sorulduğunda, “Türkiye yalanı sevdi” demişti. Bugün de yeni aktörlerle hayal satmaya devam ediliyor.
Sorun bir sistem meselesi, sisteme sistemli bakmazsanız var olan sisteme tabi oluyorsunuz.
Bir de sisteme karşı olduğunu iddia edip de her şeyden muhalefeti sorumlu tutan şuursuzlar var. Kanal İstanbul’a karşıysanız, neoliberal politikaları eleştiriyorsanız, bundan dolayı niye iktidarın yanında durup muhalefeti eleştiriyorsunuz? Tamam, aşureyi hepimiz severiz ama kafaların, zihniyetlerin bu kadar aşure haline gelmesi doğru değil.
Demokrasilerde kuraldır, sandıkla gelenler, ancak sandıkla giderler.
Bolivya’da görüyorsunuz, başarısız bir darbe girişiminde bulunan Genelkurmay Başkanı, yenilince bunun iktidarla anlaşmalı danışıklı bir dövüş olduğunu iddia ederek paçayı kurtarmaya bile kalkıştı. Ne kadar da tanıdık değil mi, dünyanın bütün darbecileri birbirine benziyor.
Yeni siyaset üretimi, siyaset dilinin normalleşmeye geçmesi, karşıt fikir ve partilerin iletişim kurmaya başlaması, ülkemiz için, hepimiz için yeni bir umudun başlangıcı olmalıdır!