Normalleşme gündemi, üzerine konuşulabilir gelişmelerin yaşandığı bir süreç haline hiç gelemedi ama tartışmalar, kısa sürede bir anormallikler parodisine dönüştü. Aslında yorumlama tarafındaki anormallik görülebilse, konuşulabilse, sahi bir normalleşmeye yarayabilirdi. Anormallik o kadar kanıksanmış ki, gözümüzün önünde olup bitenler tamamen değerlendirme dışına çıkartılıp, rivayetleri, ihtimalleri ve kimseye doğrudan söylenmemiş niyetleri, hakiki veri sayanlar daha çok gürültü çıkarıyor. Açıktan söylenmiş sözler, göstere göstere yapılmış hamlelerin sanki hiçbir önemi yokmuş, göremediğimiz yerlerdeki bilemediğimiz stratejiler, görünenden çok daha önemliymiş gibi anlatılıyor. Tamam velev ki öyle: Sahiden biz fanilerin göremediği yerlerde, duyamadığımız ve duysak bile anlayamadığımız işler dönüyor olsun. Söylenenler asla kast edilenler olmasın, kast edilenler açıktan söylenmiyor olsun. Yan yana yürüyenler aslında kanlı bıçaklı, birbirleri hakkında ileri geri konuşanlar ise müstakbel ortak olsun. Hakikaten sahne arkalarında bir yerlerde acayip akıllar yürütülüyor diyelim. Görünenin, gerçeğin küçük bir kısmı olduğunu kabul edelim. Ancak gördüklerimizin ve ortalıkta olanların “gerçekte” hiç mi payı yok?
Gözümüzün önünde olup bitenin, açık açık yüzümüze söylenenlerin bu kadar önemsiz, bu kadar değersiz, bu kadar anlamsız olması mümkün mü? Siyasi yorumculuğun, perde arkası merakından ve hatta her türlü manipülasyona açık spekülasyonlardan ibaret hale gelmesinde bir gariplik yok mu? Sıradan insanlar ve seçmenlerin ne kadarı, siyasi kararlarını verirken -siyasi ruhban sınıfının vakıf olduğu- bu tuhaf bilgilere bakıyorlar? Kediye kedi denilemediği, “aslında ne olduğu” palavralarına kocaman yer açıldığı, her türlü istismara açık bu meydanda serbestçe at koşturulmasına herkes katılmak zorunda mı? Söylenmiş sözlerin, yapılmış işlerin, tam da söylendiği gibi veya tam da yapılmak istendiği gibi bir niyetle ilgisini, hepten yok mu sayacağız? Sonra, “niye post-truth dönemindeyiz?” diye hayıflanalım. Gözünüzün önünde olanla, yapılanların doğrudan sonuçlarıyla ve söylenen sözlerin birinci anlamıyla ilişkiyi bu kadar kopartınca, ne olmasını bekliyoruz? Gerçeği değersizleştirenler yalancılar değil, gerçeğe hakkını teslim etmekten vazgeçenler.
“Normalleşmenin” anormalliği en başından deklare edilmişti aslında. Erdoğan, Özel ile görüşmesinden hemen önce, normalleşme, yumuşama lafını kullanırken, kendisinin yapacaklarından bahsetmeden, “Türkiye’nin buna ihtiyacı var” dedi. 3 Mayıs’taki Haftaya Bakış’ta, “Erdoğan kendisi için yumuşma istiyor” diye yorumlamıştım. Ben bildim demek için söylemiyorum, tam tersine bunun keşfedilecek bir bilgi olmadığını, zaten açıkça telaffuz edildiğini hatırlatmak için söylüyorum. Şaşırtıcı olan, Erdoğan’ın şimdi söylediği “normalleşmesi gereken muhalefet” sözünün rota değişikliği gibi aktarılması. “Selvi yazılarını” siyasi gösterge saymazsak, geçen sürede niyet ve rota arasında pek değişiklik yok aslında. Gelelim normalleşmenin simgelerine. Osman Kavala’yı hapse kim attırdı? Cemaat polis ve savcılarının uyduruk soruşturmalarını kim yeniden kıymetlendirdi? Beraat etmiş bir insanı, hiçbir delil olmaksızın suç uydurarak yeniden yargılatıp mahkum ettirdi? Daha birkaç hafta önce İspanya’da bu konuyu soran gazeteciyi kim payladı? Yabancı heyetleri ve hatta CHP’lileri ‘ama o ne yaptı bilmiyorsunuz” diyerek kim susturdu? Şimdi asıl anormal olan, bütün bunlar yokmuş gibi, “Bahçeli direniyor onun için Erdoğan yapamıyor” diye yorum yapmanın hatta yeterince kibarlaşmayan muhalefetin günahına değinmenin mümkün olması.
“Normalleşme” meselesinin problemli taraflarından biri de, bunun bir zorunluluk olarak ileri sürülmesi. Senelerdir, Erdoğan ve AKP’nin zor durumda olmasıyla, bir rota değişikliğinin kaçınılmazlığı arasında direkt bir ilişki kuruluyor. Oysa hikayesini kaybedip, iktidarını korumak için mevcut ittifakı oluşturan Erdoğan’ın on yıllık performansı, hiçbir şey yapmadan bu ihtimali pazarlayarak krizini yüzdürmek şeklinde. Çıkışı kalmayan birine senelerdir siyasi manevra alanı açanların büyük bir kısmı da muhalefet cephesinden. Böyle bir konfor kime nasip olsa, “tek oyun kurucu” ünvanını kolayca kazanırdı. Erdoğan’ın normalleşme gündemine ihtiyacının olması, normalleşmeyi gerekli gördüğünün kanıtı olamaz. Hatta 31 Mart sonrasındaki gelişmelere bakıldığında, gerçek söz ve eylemlerle alakasız ilerleyen gündemin çok daha işlevsel olduğu görülüyor. Erdoğan, hiçbir şey yapmadan “her şeyden sorumlu tek adam” eleştirisinden sıyrılıp yine “iki dudağı arasına bakılan” belirleyici rolüne kolayca yerleşti. “Ortağıma yapılan bize yapılmış sayılır” sözünün bile, “yok yok Bahçeli’yi eğliyor” diye yorumlanabilmesi bu yüzden.
Meslekte kırk yılı geçtim ama hiçbir zaman gazeteciliğin çok özel bir iş olduğuna ikna olmadım. Tıpkı devlet gibi, medya da nötr bir araç değil. Gazeteciler de sadece hakikatin peşindeki özel misyonerler sayılamazlar. Hatta kaçınılmaz mesleki deformasyondan dolayı, yaptıklarını, bildiklerini çok önemli göstermek gibi yapısal bir zaafları var. Son yıllarda da siyasi habercilik ve yorumculuk işinde kantarın topuzu iyice kaçtı. Maksatlı veya iyi niyetli manipülasyonları bir kenara bıraksak bile mesleki motivasyon da yanıltıcı abartılara kapı açıyor. Diğer yandan, daha çok tamamlanmış süreçleri ve kanıtlı verileri kullanarak durum tahlili yapan hatta bu yüzden güncelle fazla kopuk sayılan akademisyenler de öngörü sınırlarını fazla zorlamaya başladılar. Televizyonlarda yorumcu olan akademisyenlerin, “peki ne olacak?” sorusunu boş geçtiğini veya çok sayıda değişkene bağlı farklı seçeneklerden söz ettiğini pek duymuyoruz. “Bam bam” veya “kitabın ortasından” konuşmak onlar için de performans kriterine dönüşmüş. Anket ve araştırma dünyası ise kendilerinin de parçası olduğu kanaat kırılmalarını ölçen bir içeriğe hevesli. (Tıpkı reklam verenlerin, etki ve erişim ölçümü gibi) Bir şeyin olumlu bulunup bulunmadığına ilişkin soru, o eylemin siyasi davranış değişikliği üzerindeki etkisini ölçmez, sadece hakim kamuoyu eğilimini ve yaratılmış kanaatin baskınlığını gösterir. Bu yüzden “seçmen olumlu buluyor” demek, çıkacak siyasi sonucu açıklamaya yetmez.
Özetle “normalleşme gündemi”, siyasi süreçleri algılama, tartışma ve değerlendirme pratiklerindeki anormallikleri açığa çıkarması açısından öğretici oldu. Fakat anormalliklerin imkanlarını genişletmesi açısından da yeni fırsatlar yarattığı ortada. Herkesin bir şekilde işine yarayan, özel olarak kimseye zarar vermeyen, herkesin kendi açısından başka türlü bir hikaye anlatmasına elverişli, bu hikayeler doğru çıkmayınca “aslında göründüğü gibi değil” demeye müsait acayip bir zemin oluştu. Bu temas trafiğinin baş aktörleri, onları izleyip sonuç çıkaranlardan veya tahmin ve öngörüleriyle rota çizmeye kalkanlardan çok daha tutarlı ve açık davranıyorlar. Rahatlıklarının sebebi de, yaptıklarını ya da söylediklerini tevil gereği hissetmemeleri, izahat gönüllülülerinin 7-24 görevde olması. Bu tuhaf karmaşanın içinde pek görünür olmayan ama herkesten daha tutarlı ve kararlı olan bir kesim dikkat çekmeden spekülasyonları -yönetiyor demesek bile- etkiliyor. Onlar, her devrin veya şimdinin, içerideki ve dışarıdaki memnunları. Çarklara zarar gelmeden konjonktürel sıkıntıları geçmek, “yapısal değişimde” çıkarlarını garantiye almak hatta memnuniyetsizlerin talepleri üzerine bir siyaset riskinden kaçınmak, gayet tutarlı ve güçlü motivasyonlar. Zorlamanın her iki tarafında da bu motivasyonun sözcüleri, elçileri, “etki ajanları” mevcut.