Ülkemizde duruşmalar ve vicdani kanı (IV)

Bilim yapıtlarında "kanıtlarla doğrudan iletişim kurma (doğrudanlık, aracısızlık) ilkesi" diye incelenen ve ders kitaplarında da böyle okutulan duruşmanın olmazsa olmaz ilkesi gereğince Adalet Tanrıçasının gözü açık olmak zorundadır. Nitekim "fail suç hukuku"nu gündeme getiren, Almanya'nın kara tarihini yazan Hitler Almanya'sı bile, Tanrıçanın gözlerini kapatmamıştır. Sözgelimi, Hamburg Ceza Mahkemeleri binasındaki yontuda bile, Tanrıçanın gözleri açıktır. 

İşte bütün bu nedenlerle bilimsel yapıtlarda sık sık değinildiği üzere, kör ya da sağır bir yargıç, incelemesini dosya üzerinde yapacağı için Yargıtay üyesi olabilir, ancak asla duruşma yargıcı olamaz. Bu yüzden "kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesi," yüzyıllarca süren deneyimlerle insan dehasının bulduğu yargılama hukuku sürecinde duruşma aşamasının vazgeçilemez sütunlarından biridir. Dahası, yargı yanılgılarını önleyecek olan mucize ilke de, aslında budur. Zira kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesini gerçekleştiremeyen bir yargılamada, bu sütun yıkıldığı için, yargısal yanılgı (adli hata) olasılığı çok, ama çok yüksektir. 

Kısaca nasıl insan vücudunda kemik iliği, ak ve kırmızı kan hücrelerini üretir, bunları dolaşıma sokarsa; ilik yokluğu kemik yitimine yol açar, enfeksiyon riskini nasıl arttırırsa; nasıl "Yanlış bir fırça darbesi / Bütün bir resmi mahvedebilir"se (Cemal Süreya), taraflar ve kanıtlarla doğrudan ilişkiyi, iletişimi sağlayamayan bir duruşma da kaçınılmaz olarak yargısal yanılgı (adli hata) tehlikesini artırır, hatta buna yol açar. Açacaktır da. Sözgelimi, duruşma sırasında olayın gerçekleştiğini söyleyen görgü tanığı ile gerçekleşmediğini söyleyen görgü tanığı karşısında kalan bir mahkeme, elbette ilkin bu tanıkları yüzleştirerek çelişkiyi gidermeye çalışacaktır, çalışmalıdır da. Mahkemenin elinde bunların dışında değerlendirebileceği bir kanıt yoksa ve çelişkiyi gideremiyorsa yapacağı tek şey, yaşadığı gözlemlerine dayanarak araya aracı girmeksizin yüz yüze dinlediği tanıklardan hangisinin daha inandırıcı olduğunu belirlemek ve bunu gerekçesinde yansıtarak karar vermekten ibarettir. Bunun tam tersine, kimi zaman uygulamada yaşandığı gibi, "tanıklardan A, muhtardır, dolaysıyla yansızdır, ona göre karar verdim" gibilerden, eski deyişle kendinden menkul sözde saçma gerekçeler üreterek hüküm kurulması ya da böyle bir gerekçeyle bir mahkeme kararının bozulması olanaksızdır ve de çok gülünçtür. Zira "bütün muhtarlar yansızdır, doğru söylerler, dürüst tanıklık yaparlar" diye bir kural, ne mantıkta vardır ne de hukukta.  

Olamaz da. 

Bir zamanlar Walter Benjamin "Hukuk, kurucu şiddet"tir, demişti. Gerçekten her karar, aslında hukuk adına oluşturulan bir şiddettir. Kanıtlarla doğrudan iletişim kurma ilkesini gerçekleştirememiş bir yargılama sonucu kurulan her karar ise, şiddetin de ötesinde düpedüz katlanılamaz nitelikte bir işkencedir.

Evet, kırılgan siper ve sınır alanlarımızı titizlikle belirlemek; yamuk, dolaylı, çapraşık, kısır bakışları dışla­mak zorundayız.

Hiçbirimiz şunları asla unutmamalıyız. Adalet, yasaların gönyesidir; ölçütüdür. Hukuk ile adalet arasında kapatılamaz bir uzaklık olduğu zaman, o hukuka kimse katlanamaz. Derrida'nın dediği gibi, karar anı, evet karar anı, kendi tekilliği içinde özünde "çaresiz bir çılgınlık;"  Ozan Abdurrahim Karakoç'un diliyle "lambada titreyen alevin üşüdüğü" andır.  İşte o anda yargıç, hukuka yabancı her görüş ve inancı ayraca, askıya (parantez, époché) alarak bunların tümünü oyun dışına çıkarmalı; arı duru hukuk bilinciyle "kendisel varlık"a (chose-en-soi), "düşünen ben"e (cogito), "kesinlik ve apaçıklık"a ulaşarak ve Descartes'ın elma küfesine benzettiği beyindeki çürük elmaları ayıkladıktan sonra, yöntemsel kuşkuyla duruşmanın diyalektik sürecini izleyerek ve sağlam elmaları küfesine katarak kararını vermelidir. Albert Camus, Nobel konuşmasında şöyle demişti: "Sanat, sanatçıyı köşesinden çıkmaya zorlar; onun en alçakgönüllü ve evrensel gerçeğe boyun eğmesini sağlar. Kendisini değişik duyumsadığından sanatçılığı seçen insan, sanatını ve başkalarıyla arasındaki başkalığı, herkesle paylaştığı ortak nitelikleri öne çıkararak zenginleştirebileceği bilincini taşır." (Camus, Albert, [Alper Bakım], Yaratma Tehlikesi, İstanbul, s. 48). 

Bir bakıma yargıç da sanatçıya benzer. Çünkü hukuk, yargıcı köşesinden çıkmaya zorlar; onu en alçakgönüllü ve evrensel hukuk gerçeğine, doğruya boyun eğmeye zorlar. Nitekim iki bin yıldan bu yana "Adalet, düzenin temeli" (iustitia, fundamentum regnorum); yargıç ise, hukuku adil biçimde uygulayandır. Ancak yargıç, hukuku uygularken elbette salt ahlakçı gözüyle değil, hukukçu gözüyle olayları ve kişileri de değerlendirmek durumundadır.

Bu yüzden insanın alınyazısını belirleyen o ana dönersek, işte o an, bir çılgınlık; biçimsel ve mekanik an olmamalıdır. Hiç kuşkusuz yargılama hukukunu uygulayan üçüncü kişi, yargılama erki içinde yer alan, hiç kimseden korkmayan, sırtını kimseye dayamayan,  Ebu Hanife"nin tanımıyla asla "sultanların sofrasına oturmayan" yansız bir yargıçtır. Ona yansız olduğu, kendi düşüncelerini, inançlarını, ideolojilerini ayraç içine alıp bir bakıma üçüncü kişi olabildiği, bu nitelikleriyle doğruyu yanlıştan ayırabildiği için güvenilmektedir.Montaigne, denemelerinin bir yerinde şunları söyler: ''Herkes, önüne bakar, ben ise, içime bakarım; benim işim yalnız kendimledir. Hep kendimi gözden geçiririm, kendimi yoklarım... Bir şey öğretmem, sadece anlatırım...'' Yargıç da öyle. Karar verirken yargıç, bir şey öğretmeyi düşünmez. Sadece hukukun dediğini söyler (juris dictio), anlatır. O kadar. Dolayısıyla duruşma ve karar yargıcı, sanıldığı gibi, asla yıldırıcı, tehdit edici ya da korkutucu, "Kafkaesk" bir güç değildir. Hukuk ne diyorsa, sadece onu dile getiren bir insandır. 

Bu açıdan yaşadığım aşağıdaki durum, beni her zaman çok düşündürmüştür: 1968 yılında Fransa'da on yedi cezaevinde incelemelerde bulunmuştum. Dikkatimi çeken durumlardan biri şu olmuştu: Suçunun ne olduğunu sorduğum hükümlülerden hiçbirinin "iftiraya uğradım" de­meyip, işlediği suçun yasalardaki adını çekinmeksizin söylüyordu. Türkiye'de bir cezaevine gidiniz ve ay­nı soruyu sorunuz. Hükümlülerin en aza yüzde yirmi beşi size "İftiraya uğradım" diyecektir.

Bu gözlem karşısında şu soruyu açık yürekle kendi­mize sormak zorundayız: "Acaba bu hükümlülerin hepsi yalan mı söylemektedir?"

Bir daha yineleyelim: Yargılamanın en önemli ev­resi kovuşturma evresidir. Bu evrenin en önemli aşaması ise, yargılanan kişinin alınyazısının belirlendiği duruş­ma aşamasıdır. Eğer yargılama sürecinde kovuşturma evresinin şah beyti olan bu aşama, duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine göre yapılmazsa, o davada adli yanılgı kaçınılmazdır.

Demek, devlet, toplum ve kişi ilişkilerini düzenleyen yargılama, özellikle suç yargılamasının ilkeleri çerçevesinde gerçekleştirilen ve doğru tutulmuş bir ayna ile ışığın karanlığa üstün geldiği bir duruşmanın ilk ve en önemli anı, eylemin var olup olmadığının, varsa yargılanan sanık tarafından işlenip işlenmediğinin belirlendiği andır. Bu belirleme "çıplak gerçek"i (nuda veritas)  yansıttığı zaman, hukukçunun işi artık sağlıklı bir ortamda yürüyecek, "karar verilemez" (indécidable) durum geride kalmış olacaktır. Ancak bu belirleme, eylemi yargılanan kişinin yapmadığını ortaya koyuyorsa, hukukçunun işi görece olarak elbette kolay olacaktır. 

Buna karşılık tersi sonuca, yani, Nobel ödüllü ünlü yaşam bilimci (biyolog) ve kuş bilimci (ornitolog) Nicolaas Tinbergen'in (1907-1988) anlatımıyla "Kendi toplumunda yaşadığı halde o topluma ters düşen biricik varlık olan insan"ın, yani yargılanan kişinin o eylemi yaptığı sonucuna, bu "çıplak gerçeğe" (nuda veritas) ulaşıldığında ise, karar anı, Derrida'nın anlatımıyla artık bir bakıma çılgınlığa dönüşecek, kendi yalnızlığıyla kırılgan siperlerde adalet ile yazılı hukukun, yasanın yamuk (oblique) ilişkisi içinde baş başa kalan, bir bakıma kafasında çobanaldatan kuşları dolaşan, yanlışa düşme korkusuyla ölüp dirilen ve üçüncü kişi durumundaki yargıç, eyleyen kişiye mekanik değil, kusurluluğu oranında bir yaptırım, daha doğrusu meşru bir şiddet uygulayacaktır. Bu açıdan Benjamin'in dediği gibi "hukuk, kurucu şiddet"tir (Agtaş, Özkan, Ceza ve Adalet, İstanbul, 2013, s. 56 vd.; Çakmakkaya, Eda, Adalet Sorununa Bir Bakış; Walter Benjamin ve Jacques Derrida Bağlamında Yasanın Şiddeti Üzerine, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Yıl 9, Sayı 33, Ocak 2018, sayfa, 537-555). 

Bu şiddet ise, özünde yargıca tanınan adaleti ve tarafları koruma yetkisinin ürünüdür, yani "Koruyorum, öyleyse buyururum" (protego ergo obligo) demektir. Eğer verilen karar, adalet ölçütüne uyuyorsa bir ölçüde hafifletilebilir. Hafifletilebilir, ama unutulmamalıdır ki, hiçbir zaman bütünüyle yok edilemez. Bu yüzden eski dönemlerde ölüm cezasını veren bir yargıcın ülkemizde geleneğe uyarak kalemini kırması, çok anlamlıdır. Zira yalnızca bir uğursuzluğu değil, âdil de olsa bir talihsizliği de, pişmanlığı da yansıtmaktadır, bu davranış.

Bu talihsizliğe, pişmanlığa ise, bilinen nedenler dışında sık sık yaşadığım deneyimlerime göre, kanımca Kafka'dan alarak Elias Canetti'nin yansıttığı ve birbirleriyle bağlantılı başlıca iki olgu yol açmaktadır: Yöntemsel olanın vaktinden önce patlak vermesi, görünüşteki sorunun görünüşte desteklenmesi, yani "ruhbilimsel sabırsızlık"  ve de insanın iki ana günahından kendini kurtaramaması: Sabırsızlık ve de aldırışsızlık.

Canetti, bu konuda şunları da eklemektedir: "İnsan, sabırsızlık yüzünden cennetten kovulmuştur. Aldırışsızlık yüzünden de cennete geri dönememektedir" (Canetti, Elias, [Mustafa Tüzel], Davalar, Franz Kafka Hakkında, İstanbul, 2021, s. 39).  

Öte yandan, sık sık belirtildiği üzere, şu nokta da hiç unutulmamalıdır: Adli yanılgıları dile getirecek Emile Zola'lar, her zaman sık sık ve de her ülkede çıkmamaktadır.

Bu açıdan yargılama tarihimizin pek de parlak olmadığı, hatta zaman zaman da çok üzücü olduğu görülmektedir.

Üstelik bu durum, onca iyi yasa hükümlerine karşın böyledir.

Şimdi de geliniz bu hastalığa tanıyı, dürüst ve açık olarak koyalım: Ülkemizde hukukçunun esinlendiği örnekler, hukuk bilimi değil, öncel (selef) hukukçulardır

Keşif yerindeydik. Bilirkişiler, uyuşmazlık konusu tarlayı ölçüyorlardı. Yargıç ya da savcı adayı olarak benim de katılacağım kura çekimine sayılı günler kalmıştı. 

İlin en başarılı ve güvenilir hukukçularından, daha sonraları Yargıtay üyesi de olan merhum asliye hukuk yargıcı, staj sonrası yakında atanacağımı anımsatarak sormuştu:

"Yargıç mı olmak istiyorsun, savcı mı?"

"Hangisi olursa," yanıtını vermiştim.

Alındı.

"Ne o, bu mesleği beğenmedin mi?" diye sorması üzerine kendisine şunları söylemiştim:

"Bazı işlemleri anlamakta zorlanıyorum, çok da yadır­gıyorum. Duruşmanın ilk oturumunda tarafları ve vekillerini çağırıyorsunuz. Onlar hiç konuşmuyorlar. Siz, onların yerine yazmanınıza (kâtip) tarafların geldiklerini, dava ve yanıt dilekçelerini yinelediklerini tutanağa geçirtiyor, sonra da yeni bir duruşma günü belirliyorsunuz, o kadar. Duruşmaya başlamak için böyle bir oturuma ve de işleme gerek var mı?"

Uzunca bir süre yüzüme bakan yargıç:

"Bilmem," demişti, "hiç düşünmedim. Ağabeylerimizden böyle gördük. Biz de onlar gibi yapıyoruz."

Öyle ya. Hazır ağabeyler gibi örnekler, önceller (selef) varken hocalarımızın ya da başkalarının bilimsel yapıtlarına başvurup, onca sayfayı okuyup karıştırmaya ne gerek vardı!?

Evet, bu sözler, çok şeyi, her şeyden önce de ülkemin hukukunun nerede ve hangi düzeyde olduğunu çok çarpıcı biçimde anlatıyordu. 

Zira "Yaşamda biricik doğruyu gösteren bilim," benim ülkemden yılardan beri kovulmuş, onun yerini çoğu kez bilimden, kültürden koparak uygulamalar yapan ablalar, ağabeyler gibi sözüm ona "yol göstericiler" almışlardı!?

Nasıl bir anlayış, ne biçim bir öykünme, ne saçma bir yaklaşımdı, bu!?

Böyle bir anlayış, yaklaşım, benim ülkemden başka bir ülkede acaba var mıydı!?

Elbette yoktu, olamazdı da. 

Şaşkınlık içindeydim.

"Aman Tanrım," diyordum, "Ben, Aydınlanma yüzyılını iki yüz yıl geride bırakmış bir çağda mı, yoksa hâlâ Ortaçağda mı yaşıyorum!?"

Zira yirminci yüzyılda bile gerçeği, doğruyu ve geleceği görünüşte ve geçmişte arayan zahiri ve selefi bilginlerinin anlayışını çağrıştıran bir yaklaşımdı, bu. Bilindiği üzere bu yaklaşım ve anlayıştaki İslam bilginleri, akla ve deneye dayalı bilimleri, kutsadıkları sünnet ve âsar (eserler) için tehdit olarak algılayıp dışlamışlardı. Bunun en çarpıcı örneği, 1171'de ölen hadis bilgini Kıvâmü'sSünne etTeymî'nin şu sözleriydi: "Bir insanın… felsefeyi, geometriyi ve bu alanlarla uğraşanla-rın yazdıkları kitapları övdüğünü görürsen, bil ki o adam bir sapkındır" (elHucce, Riyad 1999, II, 539540, ileten: Çağırıcı, Mustafa, Kültürümüzde Akıl ve Bilim Karşıtlığı, Karar, 23.11.2022).

İşte bu yüzden, zahiri ve selefileri anımsatan ve daha önce de bir yerlerde okuduğum bu ortaçağ yanıtını ömrüm boyunca hiç, ama hiç unutamadım ve bu yaklaşımla, anlayışla yine ömrüm boyunca sürekli çarpışıp durdum.

Sanırım, bu çarpışma bir süre daha sürecek. Çünkü bu satırları yazdığımız sıralarda matematiğin ders olarak kaldırılacağından söz edilmekteydi. 

Dilerim, bu sık sık yaşanan ve sıradan bir dedi kodudur. 

Türk insanının, Türk hukukçusunun, aslında bütün Türk aydınlarının sorunu, hastalığın virüsü de işte şudur: Bir Sokrates, Descartes, Durkheim, Husserl, Enstein'ın zekâsıyla "Bu yapılan doğru mu?" sorusunu sormaksızın, yaşananları sorgulamaksızın kendisinden öncekilere öykünmek, onları taklit etmek; bir kavramlar denizi olan hukuk dilini, bu arada özlü dille "tartışma," (görüşme, görüşleri sergileme), hadis anlatımıyla "akılların birbirlerine danışması,"  Kur'an diliyle "istişare, müşavere, şûra (Şûrâ, 3639, Bakara, 233; Âliİmrân, 159; A'râf, 107,114; Neml, 2934)," halk ozanlarının diliyle "atışma" demek olan "duruşma" sözcüğünü ve de kavramını, hiç mi hiç anlayamamak, bilememek; dahası duyamayan sağırlar örneği, kendince anlam verip "uydurmak!"

Döneminde yaşadıkları "kara bunalımlar" gerçeğini, on dokuzuncu yüzyılın en büyük ozanlarından Charles Baudelaire, "Kötülük Çiçekleri;'' yirminci yüzyıla yeni ufuklar getiren siyaset bilimci Hannah Arendt, "Kötülüğün Sıradanlığı'' diye adlandırmıştı. 

Peki, ya bizler, doğrudan doğruya eksikliklerle, kaçışlarla, çarpıtmalarla yüklü bu yargılamalara, duruşmalara ne demeliyiz? 

Evet, "Hile-i Şeriyelerin Çiçekleri" ya da "Çarpıtmaların Sıradanlaşması" mı, ne demeliyiz!? 

Ünlü Fransız iktisatçısı ve siyasetçisi, Paris IX Üniversitesinde öğretim üyesi, Birleşik Sosyalist Parti üyesi, Eski Maliye Bakanı, 1985-1995 yılları arasında Avrupa Komisyonu Başkanı olarak görevini sürdüren, 1995 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bütün kamuoyu araştırmalarında en önde çıkmasına ve Sosyalist Partiden aday olması için yoğun baskıya karşın, köşesine çekilip çocuk ve torunlarıyla dinlenme hakkını kullanacağını söyleyerek cumhurbaşkanlığını adaylığını reddeden Jacques Delors (1925 - 2023), 2001 yılında yazdığı bir önsözde eğitim ve öğretimin ana amaçlarını şöyle sıralamaktaydı: "Olmayı öğretmek, bilmeyi öğretmek, yapmayı öğretmek, birlikte yaşamayı öğretmek." (Gidens, Anthony, Blair, Tony, La Trosième voie, la renouveau de la social-démocratie, Paris, 2001, s. 14). 

Peki, biz hukukçulara, gerçekten "hukukçu olmayı, hukuku bilmeyi, hukuk yapmayı ve uygulamayı, hukuk içinde birlikte yaşamayı" acaba öğretmemişler miydi? 

Evet, bir ölçüde öğretmişlerdi, öğretmesine. 

Ancak bizler, birer selefi kesilmiş, bilimi, kitapları bir yana bırakıp, bizden öncekileri, seleflerimizi kendimize öncü, önder yapmış; onlara öykünmekle yetinmiştik.

Yetinmiştik yetinmesine, ancak sonuç çok acı olmuştur. 

Yaşanan bu olayın acı sonuçlarını bir benzetme yaparak açıklamakta yarar vardır: Bilindiği üzere, İkinci Dünya Savaşı'nın bittiği 1945 yılından Soğuk Savaş'ın sonu olan 1991 yılına değin Avrupa'yı iki ayrı kesime ayıran ideolojik çatışma alanlarını ve yeryüzü sınırlarını tanımlamak amacıyla Winston Churchill, 5 Mart 1946 tarihinde ABD'nin Missouri eyaletinin Fulton kentinde-ki Westminster Koleji'nde yaptığı konuşmada, Avrupa Anakarasının üzerine "Baltık Denizi kıyısındaki Stettin'den Adriyatik kıyısındaki Trieste'ye dek bir ‘demir perde'nin indiği"den söz etmiş ve bu terim siyaset alanında küresel bir boyut kazanmıştır.

Bizler de, "yaşamda en gerçek yol gösterici hukuk bilimi" ile "uygulama" arasına bir "demir perde" indirmiş, doğru ve bilimsel yoldan ayrı düşerek eksilerle, kaçışlarla, çarpıtmalarla, yanılgılarla yüklü, sözümüz ona hukukla, yargılamalarla, duruşmalarla yetinerek kendimizi sürekli aldatmışızdır.

Peki, öyleyse buna ne demeliyiz? Evet, "Hile-i Şeriyelerin Çiçekleri" ya da "Çarpıtmaların Sıradanlaşması" mı, ne demeliyiz!?

Ve, şimdi, özellikle de hukukta son sözü söyleyen her hukukçuya şu soru sormakta elbette haklıyızdır: "Sokrates'in Savunması"ndan bu yana, yaklaşık iki bin beş yüz yıldan beri bunları sürgit dile getirip duran bilim insanları, bir fantom, hayalet ya da yadırganası birer görüntü mü idiler!?

Özetle yargılamanın labirentinde yaşanan bu açmazları aşamanın yolu, ilkin yolumuzu yitirdiğimizi benimsemekten, sonra da üç kurumu hukuka göre uygulamaktan geçmektedir: Duruşma, görüşme ve oylama. 

Baştan belirtmek gerekir ki, her şeyden önce duruşma kavramı ana çizgileriyle ceza, hukuk, ticaret vb. bütün davalarda özünde aynıdır.

Bu nedenle duruşma aşamasına geçmek için ilk yapılacak etkinlik de açık ve yalındır: Duruşma yargıcı, çok yargıçlı mahkemede ise elbette başkan, yalnızca iddianameyi (hukuk davasında davacının ya da vekilinin dava dilekçesini) okumalı, ancak önyargı oluşmaması için asla dosyanın tamamını incelememelidir. Eğer incelemek gerekiyorsa, davada güvendiği yazmanlardan biri yahut da stajını yapan bir hukukçu, dosyayı inceleyerek ulaştığı sonuçları, başkana ya da duruşma yargıcına özetlemelidir. Bu incelemenin sonucunda keşif yapılması, bilirkişi incelemesi vb. gerekiyorsa, ilkin bunlar tamamlanmalı, bütün bunların tartışılması aşamasına, yani yasanın kullandığı terimle duruşma aşamasına gelince, davacılar, davalılar, mağdur(lar), sanık(lar), kısaca taraflar ve gerekiyorsa bilirkişiler çağrılarak "duruşma," Batı dillerindeki geçen terimle "tartışma"  (débat, dibattimento) açılıp başlamalı ve ilkelerine göre gerçekleştirilmelidir. 

Duruşma ağırlıklı bu konuyu bir benzetmeyle bitirmekte yarar vardır.

Gerçekten ne zaman binlerce yıldan bu yana binlerce beyinden süzülüp gelen yargılama hukukundan söz edilse, bu hukuk dalının "diyalektik" ve "karşıtların birliği" anlayış ve felsefesine dayandığını, bu anlayış ve felsefenin yansımalarının da "duruşma" aşamasında doruk noktasına ulaştığını düşünmek gerekir. Çünkü yargılama hukuku, sürekli düşünen ve düşüncesini gözden geçiren insanlığın hukuk dalında gerçekleştirdiği bir bilim sarayıdır. Ancak gelin görün ki, bizler, Batıda matematik ilkeleriyle birlikte kurulan bu sarayın, yapıtın iletisini ve felsefesini iyi anlayamadığımız, uygulamaya da doğru yansıtamadığımız için temel dayanaklarını yıkıp yerle bir etmişizdir. 

İnsanlarımız ise, işte bu yıkıntının altında tarihin en eski dönemlerinden beri çırpınıp durmaktadırlar. 

Yirmi birinci yüzyılda bile ülkemizin bu yargılama ve duruşma düşünce ve felsefesinden çok uzak olduğunu görüp düşünmek, bir şey yapamamak, gerçekten çok üzücüdür, kahredicidir. 

Yargılama, özellikle de duruşma etkinliğini saraya benzetmemizin nedeni şudur: Amin Maalouf'un "Labirent" adlı kitabında anlattığı Çin ile ilgili ünlü "Afyon Savaşları"nda bahçeleriyle, göletleriyle, anıtlarıyla, tapınaklarıyla, eşsiz porselenleriyle, köşkleriyle 350 dekarlık arazi üzerinde yükselen ve mimarlık sanatının eşsiz ürünü olan Çin'deki "Yazlık Saray"ın İngilizler ve Fransızlar tarafından yağmalanıp yıkılması ve yakılmasını üzerine o dönemde Victor Hugo, şöyle demiştir: "Günün birinde iki bilgisiz, bilinçsiz – ki, Hugo onlara haydut diyor- Yazlık Saray'a girdi. Biri yağmaladı, öbürü yaktı. Sonra da kol kola ve gülücükler saçarak Avrupa'ya döndüler. İki bilgisizin, bilinçsizin öyküsü işte budur. Biz Avrupalılar uygarız. Bizim açımızdan Çinliler ise barbardır. Uygarlığın barbarlığa yaptığı ise, işte budur. Fransız imparatorluğu bu ganimetin yarısını cebine indirmiş, şimdi ise, Yazlık Saray'dan derlenmiş ıvır zıvırı sergilemekte. Kurtulmuş ve arınmış Fransa'nın bu ganimeti soyguna uğratılmış Çin'e geri göndereceği günün geleceğini ummaktayım." (Malouf, Amin, [Ali Berktay], Labirent, Batı ve Hasımları, İstanbul, 2023, s. 140).

Günümüzde ise, onarılan bu Sarayı yağmalayanların adları hiç bilinmemektedir. Buna karşılık yakılıp yıkılan sarayın yerinde yukarıdaki sözleri tarihe geçen bir V. Hugo vardır ve hâlâ da yaşamaktadır. Hem yukarıdaki sözleriyle, hem de büstüyle. 

Dileğimiz şudur: Benim ülkemde de yasaları dolanma yöntemleriyle yerle bir edilen yargılama ve duruşma hukuku sarayı, ilkeleriyle birlikte yeniden temelleri üzerine kurulmalı, insanlarımız da böylesi bir sarayda dağıtılan "adalet"in nimetlerinden yararlanmalıdır.