Bayram bitti ama tatil henüz bitmedi. Siyaset yazarak veya konuşarak dokuz günlük tatil ve futbol arasının rehavetini fazla aralamak, çok tatsızlaştırmak istemem. Fakat “sıcak gündem” etiketini kullanarak açılan yeni başlıklar ve mevcut olanlardan çok uzaklaşmadan, belki onların kıyısından ilerleyerek, hayatın bütününe ilişkin konulara temas edelim biraz bu hafta. Malum yaptığımız iş, gazetecilik, bir iletişim faaliyeti ve kaçınılmaz olarak insanların ilişki kurma biçimlerindeki negatif ve pozitif değişimlere karşı çok savunmasız. Son yıllarda çok tartışılan bir nokta, teknolojik değişimin, iletişimin üslubunda ve belki de doğasında yarattığı etkiyle ilgili. Teknoloji mi iletişim biçimlerini değiştiriyor, iletişim ihtiyaçları değiştiği için mi teknoloji o ihtiyaçlara cevap arıyor hâlâ tartışmalı. Ancak kesin olan, ister kurgusal anlatım biçimleri, ister haber-belgesel gibi aktarımlar, artık bilinen kalıpların dışına ve dönemin ruhuna uygun bir kuralsızlığa doğru ilerliyor. Telefonlardan kafalarını kaldırmadan 7/24 “bilgi” saldırısına maruz kalanların, fikirleri, kanaatleri, tepkileri ve iletişim biçimleri başka bir mekanizmayla oluşuyor. Elbette insanlar olaylarla, birbirleriyle ve hatta dünyayla başka türlü iletişim kuruyorlar, kendilerini ifade etmeleri başkalaşıyor, etkileşim hızı değişiyor. Daha önemlisi galiba bu kendini ifade etme başkalaşması, bildiğimiz kimlik ve eğilimleri şekillendirmeye de başlıyor. İnsanlar kendilerine, önceliklerine, inançlarına göre tepkiler göstermekten ziyade, dahil oldukları tepki biçimlerinden ibaret hale geliyorlar. Referansları olmayan ve çarptığı yerde patlayan deniz mayını gibi rastlantısal ve bütün farklılık iddiasına rağmen, aslında hayata karşı tek tip.
En çarpıcı değişim, linç kültürü olarak başlıklandırabileceğimiz hadise. Linç, Tanıl Bora’dan alıntıyla bir “medeniyet kaybı” olarak, tarihin her döneminde görüldü. Yaşandığı sırada olmasa bile, yaşananın korkunçluğu ortaya çıktığında veya sonraki hesaplaşmaların sonucunda, çoğunlukla rahatsız edici bir yüzleşme sorununa dönüştü. Kimi zaman inkarla, kimi zaman hesaplaşmayla, kimi zaman helalleşmeyle aşılmaya çalışıldı. Eskiden herkesin hatırladığı ve genellikle sapkın hezeyanlar gibi yorumlanan linç sürüleri, bugün sanal alemdeki günlük bir ritüele dönüşmüş durumda. Neredeyse her gün küçüklü büyüklü linç seansları düzenleniyor. Hatta “başarılı” linç kalabalığı yaratabilmek, “politik” etkinliğin performans ölçüsü sayılıyor. Birinin fikrinin çürütülmesi veya yenilmesi için nihai hedef, onun yok edilmesi, en azından susturulması oluyor. Taraftarlık, militanlar ve sempatizanlar gibi fikri destek çemberlerinden oluşmuyor, neredeyse hepsinden aidiyet birliklerine savaşçı yazılmaları bekleniyor ve çoğu öyle davranmanın lüzumuna inanmış görünüyor. Böyle olunca en kaba kavga kalıbı olan “bana (bize) mı dedin?” tepkiselliği, kerli ferli adamların, okumuş yazmışların klavyesine de hükmediyor. Üstelik bu yaklaşımın muktediri, muhalifi falan da yok. Doğru bulunmayan bir söze, düşünceye veya tavra karşı gösterilen tepki, tepki gösterdiği şeyle farkın kaybolduğu, aynı sevimsizlikle ve seviyesizlikte bir saldırganlığın hakimiyetine giriyor. Bayram haftasının üç gündem başlığı Diamond Tema, Ada minibüsleri ve “bidon kafa” polemiğindeki tuhaflıklar, uçlaşmanın nasıl bir benzeşmeye yol açtığının örnekleri olarak gösterilebilir.
Bu dönemin isimlendirilmesi konusunda en çok müracaat edilen, en popüler kavramlardan biri, post-truth. Yalanın hükümranlığı, yalandan herhangi bir bedel doğmaması ve belki de “yalandan kim ölmüş” sözünün “gerçek” olarak tescil edildiği bir dönemden geçiyoruz. Yalanın gerçeğin yerini almaya çalışmadığı, gerçeğin zaten bir yeri kalmadığının anlatıldığı, kabul ettirildiği bir vasat. Bu yüzden gerçeğin mutlaka ortaya çıkma huyunun da bir önemi kalmıyor. Çünkü gerçek saklandığı için değil, kıymetsiz hale getirildiği için, ortaya çıktığı veya çıkarıldığında da beklenen sonucu vermiyor. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, daha baştan gerçek gibi görünmeyen, gerçek olması pek ihtimal dahilinde olmayan şeyler bile, kullanıldıkları bağlam için işe yaradıkları sürece kullanımda kalabiliyor. Yani bir şeyin sonuç doğurması için önce gerçek olduğunu kanıtlaması da gerekmiyor. Tıpkı, “montajsa montaj” denilerek miting meydanlarında gösterilen videolarda olduğu gibi. Haftalardır, aksine bütün gelişmelere rağmen bir hakikat muamelesi gören normalleşme meselesi de böyle işliyor. Gerçekten böyle bir sürecin hatta niyetin var olup olmadığının hiçbir önemi yokmuş gibi, kavramın yaratabileceği siyasi sonuçlar konuşulabiliyor. Oysa -aksi yönde çok sayıda belirtiye ve söze ek olarak- Erdoğan’ın normalleşme görüşmelerini yürüttüğü kesimlerin vehmettikleri gizli ajanda bile, güvensizlik için fazlasıyla yeterli. Çünkü iktidarın vazgeçileceği iddia edilen mevcut ortağına yaptığı iki yüzlülük, doğru olduğu varsayılsa bile, yeni normalin garantisi olmaktan ziyade güvenilmezliğin kanıtı. Bambaşka şeyler hazırlarken ortağına ve kamuoyuna başka şeyler anlatan birinin, neden sizinle temas kurarken başka türlü davranabileceğine inandınız?
Toplumsal alanda ve siyasette küresel bir sorun olarak kutuplaşma ve uçlara kaymadan bahsedilmesi çok sıradan hale geldi. Neredeyse her önemli sorun başlığında, kalabalıkları sürükleyen dalgalar ortaya çıkıyor ve bazıları özel olarak destekleniyor. İki ayrı yöne gidiyor gibi görünen ama ortak bir vasata hizmet eden tepkiler görüyoruz. Birincisi uçlara savrulmanın, en sorunlu genellemelerle yapılan tariflerin ve kışkırtılmış endişelerden devşirilen en kaba tepkilerin etkili ve gerekli görülmesi. İkincisi ise bu savrulmanın karşısında duyulan korkuyu, uyumlu bir teslimiyete çeviren, makul ve ortalamaya biat baskısının artması. Birbirine direniyor gibi görünen bu iki vektör, aşırılığın ve kabalığın yenilik sayıldığı, bunu normalleştirmenin uyumluluk kabul edildiği bir zemin yaratıyor. Avrupa seçimlerinde aşırı sağın -abartılan- yükselişi, bu yükselişin karşı durulmak yerine anlaşılmak zorunda olduğu iddiaları, bir adalet bakanının Şeriat sorgulamasına soruşturma fetvası verebilmesi, Adalardaki minibüs itirazıyla “bize ırkçı dediniz” şımarıklığının tuhaf buluşması, hep bu sürecin mahsulü. Siyasi pozisyonlar, sadece hangi soruna duyarlı olduğunuz veya hangi meselenin mağduru olduğunuzla ilgili değil, ona gösterdiğiniz tepkinin referansları ve önerdiğiniz çözümün dayanaklarıyla da ilgili. Dolayısıyla işaret ettikleri “sahici” bir sorun olduğu için ırkçılar ırkçı olmaktan kurtulamıyorlar. Bazı kimlik meselelerinin istismarı veya abartısı da, yüzyılların mücadeleleriyle kazanılmış hakların artık önemsiz sayılması gerektiği sonucunu desteklemiyor. Birbirlerini parmak sallamaktan men etmeye kalkanlar veya etiketlenmekten rahatsızlık beyan edenler, realiteyi arkalarına aldıkları iddiasıyla aynı tanımsızlığı, belirsizliği, güvensizliği, elbette sağırlığı ve dilsizliği besliyorlar.