Ayının kırk hikâyesi varmış, kırkı da ahlat üzerine. Öyle derler. Bendenizin hikâyeleri de böyle. Anamuhalefetin içinden bir aday çıkıp CHP desteğiyle Erdoğan’ın çeyrek yüzyıllık saltanatını sona erdirdiğinde ve eğer o adayın kendine biçeceği ödev gerçekten yeni cumhuriyeti kurmak veya mevcut cumhuriyeti baştan kurmak olacaksa, dış politika alanında, belki daha doğrusu dış politika, milli savunma ve istihbaratı da içerecek ulusal güvenlik alanında, hangi adımları atması gerekecek, ne yapmak nereye varmak isteyecek, bu soruya yarım aklım erdiğince yanıtlar bulmaya çabalıyorum.
Sanki yapması da söylenmesi denli kolay ve hiçbir pürüz çıkmadan aralarından birinin kendiliğinden öne çıkması olasıymış gibi “İmamoğlu, Yavaş veya Özel, üçünden hangisi olursa kazanır” deniyor. “İmamoğlu ile Yavaş’ın popülaritesi daha yüksek ama…” diye de ekleniyor. Ama’sı da herhalde hem “Özel buna razı gelir mi bilmem” hem “seçime geçecek kadar zamanda Özel diğer ikisini sollar mı belli olmaz” anlamında. “Sollar” bölümü de hem mecazi, hem sözlük anlamıyla. Gün ola harman ola ancak son kertede bir Yunan trajedisi yahut Şekspiryen trajedi finali olasılığı daha güçlü gibi.
Böylece şeamet tellallığı vazifemizi de ifa ettikten sonra gelin ilk paragraftaki sorunsala birlikte geri dönelim. Milletçiliğin (bilerek milliyetçilik demedim) ortaya çıkmasıyla Osmanlı ufalanarak yok oldu. Hele ekonomik, demografik, kültürel kalbi Balkanlardan sökülmesi tarihe bakıldığında neredeyse bir anda gerçekleşti. Zihinlere, DNA’lara işlenmiş “düvel-i muazzama” ligi üyeliğinden (ki yanlış da değildir, 1856 Paris Kongresi’ne katılımla tescillenmiştir), “nevzuhur” Balkan devletleri Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan’la denkliğe düşüldü. Yeni milletler dinamik biçimde kendi devletlerini kurarken, yüzlerce yıllık cihan devleti kendi milletini yaratmakta bocaladı.
Onu başarmak da cumhuriyetin işi oldu. Milletleşme süreci tamamlanabildi mi bilinmez ama eşit anayasal yurttaşlık bugün de önümüzdeki ana hedef olarak duruyor. 21. yüzyılın ve Erdoğan saltanatının ilk çeyrek yüzyılını bitirirken cumhuriyet demokrasiyle de “taçlanamadı.” Ulusal güvenlik alanında yüz yıllık arayış kuruluştan başlayarak stratejik özerklik yönündeydi. Bölgesel hegemonya bunun üzerine giydirildi. Yüzelli yıllık beka tehdidi “Moskof” işgalinden (Kars-Ardahan’da elli yıl sürdü) 1952’de NATO üyesi olunarak nihayet kalıcı biçimde korunuldu. Erdoğan iktidarına dek dış politikada atılan daha “yumuşak” adımlar ise genellikle hep Batı’ya yönelik ve cumhuriyetin uygarlaşma tasarımının tamamlayıcı adımları olageldi.
Erken dönemde adı konulmamış “bölgesel hegemonya” takıntısı, Hatay’ın 1939’da anavatana iltihakında bile görülmemişti. Belki 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda filizlendiği ileri sürülebilecek bu takıntı, 1991 1.Körfez Harekâtı’nda ABD’nin güney sınırımızda Irak Kürdistan bölgesine yerleşmesiyle bir zorunluluk yahut sınır ötesinde terörle mücadele adıyla yürütülen isyan bastırma stratejilerinin doğal ve kaçınılmaz uzantısıymış gibi sunuldu. Eylül-Ekim 1998’de dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Ateş’in Reyhanlı’da seslendirdiği ve peşine keza dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in meclis açılışında pekiştirdiği Şam’a ültimatom belki bu arayışın da işaret fişeği veya mihenk taşı oldu.
Bir bakıma “devlete millet yaratmak” olarak da tanımlanabilecek süreç içeride Kürt nüfusu yoğun illerde bitmeyen sıkıyönetim, derken olağanüstü hal, nihayet kayyım atamaları olarak alana yansıdı. Hatta Kürt nüfus yoğunluklu illerde bir tür “iç sömürge hukuku” uygulandığını öne süren uzmanlar da oldu. Erdoğan ve AKP iktidarı “bizden olanlara ayrı ve bizden olmayanlara ayrı hukuk” uygulamasını sözgelimi “doktora düzeyine” taşıyınca ve anayasayı da öyle uygun görülen durumlarda askıya alınca neyse ki (!) Kürt yurttaşlara özel uygulama yurt sathına yayılarak ortadan kalkmış yani genelleşmiş oldu. Diğer bacakta ise ve özellikle “başarısız” 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından “al başkanlığı, ver (Suriye de dahil) kalıcı ve derinleşen sınır ötesi askeri harekâtları, denizaşırı iddiaları” gibi bir sessiz uzlaşının alana yansımalarını gördük.
Mavi Vatan ve benzeri mavalların alıcısının da bol olduğu görülüp, toplum bitmeyen bir propaganda bombardımanıyla iyice sersemleştirilince “alan memnun, veren memnun” bir tuhaf denklemin kurulduğuna tanıklık ettik. Böylece hepten palazlanan ve aralarına yenileri de katılan kimi gayrımeşru güç odakları tuttukları yağlı köşeleri bırakmamak için canhıraş bir cephe gerisi mücadelesine girişti. Abuk sabuk bir islâmcı-milliyetçi söylem, sözde güvenlikçi bir devlet doktrini de topluma pazarlama yöntemi olarak benimsendi, saltanatın ve kara düzenin sürmesi için araçsallaştırıldı. CHP Grup Başkan Vekili ve İstanbul Milletvekili Günaydın’ın “İslamcı sosu oldukça yüksek bir tek adam sistemi ile nepotizmin ve kleptoraksinin dibine batan, dünyaya örnek gösterilebilecek hibrit bir rejim doğdu Türkiye’de. Alt tarafa din iman, üst tarafa han hamam.” tanımı yeterince anlaşılır ve açıklayıcı.
Bunun benim “ulusal güvenlik” dediğim veçhesi de o “han hamam” bölümünden fazlasıyla payını aldı, deyim yerindeyse “bal tutan parmağını yaladı.” Dışarıdan bakışlaysa, nasıl pazarlanırsa pazarlansın yahut salonda diplomasisi nasıl yürütülürse yürütülsün, alanda yapılan ekspansiyonizm, irredantizm, revizyonizm, bellijerans olarak anlaşıldı. Sözkonusu çelişkiye dikkat çekmek “özgüven eksikliği” olarak görülüp, “o muhteşem maziye avdet”, “Mavi Vatan” ve benzeri altı boş sloganlar “doktrin” veya neredeyse (işte başlıktaki gibi) “norm” olarak gırtlağımızdan aşağı ittirildi. Yine içerideki “otoriter pazarlık” dışarıda da “Roma Barışı” (Kartaca örneği) yaklaşımının “fabrika ayarı” olarak dayatılması sonucu verdi.
“Terörle mücadele” başlığı altına doluşturulan ama tutarlı bir bütün de oluşturmayan politikalar adeta “otomatik pilotta” sürdürülür oldu. Bunların arasına yargının silâhlaştırılması, medyanın devlet eliyle tekelleştirilmesi, iletişimden propaganda anlaşılması da eklendi. “Terörle mücadele” diyenler terörü de, mücadeleyi de tanımlamaktan kaçınırlarken, benzer biçimde “barış süreci” diyenler de ne barış, ne süreç tanımlarını yapabildi. Tanımlarda uzlaşmadan müzakereye girişmek de haliyle mümkün olamadı.
Ancak bu durumun üzerinde pek konuşulmasa da çok daha ağır sonucu, yapıyı içten içe kemiren küf gibi, rejimin yozlaşması, çürümesi, çözünmesi (“décomposition du régime”) oldu. Nitakim siyasal rejimler, dış politika ve/veya ekonomiyi yürütememekle de kendi içleri çökebilirler, göçebilirler. Allı pullu kamu yapısı cepheleri, oymalı kakmalı saray mobilyaları statikteki hatayı belki bir ölçüde örtebilir, dikkatleri belirli bir süre başka yöne çevirebilir ancak kaçınılmaz sonu engelleyemez. Toplam vergide kazançtan alınan dilimin ancak 11% oranında gerçekleşmesi gibi, benimsenen terörle mücadele seçeneklerinin ve yanlış silahlanma yükünün de kimlere taşıtıldığı hiç sorgulanamadı.
Ulusal güvenlikte ve dış politikada “normali” bölgesel hegemonya ve stratejik özerklik arayışı olan iktidarın aradığı muhalefet de uysal ve evcil olmalıydı. Zira islâmcılığın “normali” zaten takiyye idi. Dolayısıyla ve bu açılardan bakıldığında, CHP Genel Başkanı ve Manisa Milletvekili Özel’in “Türkiye’nin ortak menfaatlerini koruma, kollama noktasında edilgen davranamazsınız bu doğru değil. Bunu yaparsanız hiçbir zaman iktidara alternatif olamazsınız. Siz eğer öyle davranırsanız; marjinal, devleti yönetmeye niyetli olmayan kendi köşesine çekilmiş oradan iktidara muhalefete ateş eden gruplara dönersiniz.” saptamasının belki doğru ama eksik olduğu ileri sürülebilir.
Zira Sayın Özel’in yaklaşımı, ilk seçimde iktidar beklendiği üzere el değiştirdiğinde, korkarım benim kendimce “Ankara sarmalı” olarak adlandırdığım kapana gönüllü adım atmak sakıncasını da içinde barındırıyor. Yurt savunmasında mutlak caydırıcılık, sınırların sınır ötesinde değil sınır boylarında korunması, terör tehdidinin varoluşsal düzeyde olmadığının ortaya konulması, NATO başta üyesi bulunan ittifaklar içinde eşgüdümlü hareketle dış politikada etkinlik sağlanması, Avrupa Birliği üyelik hedefinin yeniden canlandırılarak pusulanın kuzeyine konulması gibi unsurlar da o resmin içinde yer almalı. Doğal olarak, yukarıda değinilen eşit anayasal yurttaşlık yanı sıra laiklik, çoğulculuk, etkin yerinden yönetim, hukuk devleti, tam ifade özgürlüğü, protesto başta anayasal hak ve hürriyetler de yeni cumhuriyetin özgün ulusal güvenlik politikalarının ve dış politikasının arka planındaki taşıyıcı sütunlar olarak bulunmalı.