Geçen genel seçim öncesi hac arkadaşlarımızla geleneksel iftarımızda bir araya gelmiştik. İzmirli ayakkabı üreticisi CHP’li bir hacı arkadaşımız dışında bizim hac ekibi üst orta esnaf sınıf ve AK Partili. Altılı Masa’ya HDP etkisinin rahatsızlıklarından bahsediyorlardı. Ben de sizde de HÜDAPAR var deyip takıldığımda yanıt şöyleydi: “Evet onlar da ayrılıkçı ama en azından herhangi bir HÜDAPARlı arkasında cemaatle namaza durabilirsin. Diğerlerinin arkasında bırak namaza durmayı abdestlerinden bile şüphe duyarız.”
Geçen yazımı Selahattin Demirtaş’ın Türkiye ve bölge Kürtleri üstündeki popülerliği üzerine yazdım.
Kürt sorununu “bölücülük ve koridor sorunu” olarak gören devlet-i aliyemizin de bir an önce aklını başına alması gerektiğinden bahsetmiştim. Kendi Kürt’ü Demirtaş’ın etkisini bölücülüğe karşı “yumuşak güç unsuru” olarak değerlendirilmesinin faydalarını anlatmıştım.
Devletin aklını bir türlü başına alamamasının arka planında entelektüel kuraklık kadar belirleyici başka bir unsur daha var: Devletin “millet ve devlet” siyaseti yerine günlük pragmatik çıkar hesabı yapması da bir o kadar belirleyici. Bu duruma “popülist bekacılık” dendiğinden önceki yazımda bahsetmiştim.
Mahalleli kendini bildiğinden bu yana solun enternasyonali de millisi de olsa hiçbir çeşidini haklı veya haksız nedenle pek sevmez. Solun vatanını veya dinini koruma noktasında yeteri kadar duyarlılığa veya içeriğe sahip olamayacağına inanılır. PKK veya KCK yapılanmasının kuruluşunda tartışmasız 68 kuşağı Türk solu etkisinin belirleyiciliği vardır. PKK’nın kuruluşunda ve Rojava’da IŞİD’e savaşta Türk solu hep vardı. KCK yapısının da muhafazakar-feodal bölgesel bağımsızlıkçı Kürt kimlik siyaseti karşısında gerek devrimci şiddet yanlısı Türk solu ve gerekse de Kemalist karşı etki sayesinde Türkiye kökenli bir karakter-kimlik taşıdığını da göreceli ifade edebiliriz.
PKK terörü, malum, devletten önce Kürt feodallerini hedef almıştı. KCK siyaseti aradan geçen 35 yıl boyunca siyasi pragmatizm ile değişik taktikler uyguladı. Dönüşümlere uğradı. Bölgede ve K. Irak’ta KDP ve KYP gibi yapılarla ilişkiler geliştirdi. Feodallerle uğraşmayı bırakıp Kürt burjuvazisi ile kendince de iletişim kurdu. Ancak KCK, ideal politiği uygulayamadı gerçek anlamda da dönüşemedi. Hendek çatışmalarında halktan kopması bunun örneğiydi. Bu anlamda bir diğer misal, bugün Rojava veya Mahmur’da kurdurulan-kurdukları demokratik yaşam modeli dedikleri yapının, oralarda yaşayan farklı etnisitelerdeki halkın, örgüt disipliniyle zorlanması ve pratikte dış dünyaya kapatılmasıdır. Burada yaşayan insanlar için her şeye rağmen hâlâ Türkiye, teröre karşı etkilendikleri bombalardan çok öte, ayrı bir özgürlüğe kaçış veya AB’ye iltica için bir kapı niteliği. Devlet-i aliyemiz aklını başına toplamalı dediğimizde bir kasıtta bunun farkındalığına dairdi.
Türk solu etkisi ve dini, egemenlerin baskı aracı olarak gören KCK’nın siyasi kanadı olan sıkça ismini değiştirmek zorunda kalan ilgili parti, bu özelliğine rağmen 80’lerde milli görüşün kaleleri olan Kürt vatandaşların yoğun yaşadığı şehirleri siyaseten 90’lardan bu yana tamamen ele geçirdi. Artık mütedeyyin Kürtler de ilgili partilere oy veriyorlardı. Bu arada MSP ve RP’den ciddi bir miras da Ak Kürtler olarak AKP’ye de kalmıştı. Bu da devlet aklının performansını bize gösteriyordu.
Kürt coğrafyası tartışmasız İslam dünyasının en temel medrese ve tarikat geleneğine haizdir. Türkiye’deki Türk-İslam sentezli milliyetçi damarın bile bu gelenek temel beslenme kaynaklarından birini teşkil etmektedir.
Öncelikle Öcalan ve sonradan da Demirtaş, demokratik İslam, alternatif ve sivil Cuma adı altında muhafazakar-feodal Kürt sosyolojisini ilgili hareketin yanına çekmeye çalıştılar. Arkasından ironik bir yaklaşımla Afrikalıların Hz. İsa’yı siyah yaptıkları gibi İslam tarihinin ilk yıllarını sosyalist-sınıfsal bir direniş okumasıyla dikte ettiler. Bunu yaratmaya çalıştıkları ortak bir Türkiyelilik ideolojisinin parçası yapma gayreti içindeydiler. Bu çabalar mahalleli gözünde haklı olarak oldukça eklektik ve sakil kaldı. Ancak bu eklektiklik muhafazakar Kürtler için kabul edilebilir sınırlar içindeydi ve dışlayıcı dil ve uygulamalara karşı ilgili siyasete destek şeklinde tepkisini gösterdi.
Mahalleli açısından Öcalan bu anlamda -Erdoğan’ın karizmatik liderlik otoritesinin iknası dışında- ağır bagajı ve kişisel pragmatizminin güven vermemesi nedeniyle kabul edilemezdi. Demirtaş ise en azından oldukça sivildi ve dağ geçmişi de yoktu. Ailesi muhafazakârdı. Kendi adeta İmamoğlu gibi bir sol yöntem içinde olsa da sol gelenek izlenimi vermiyordu. Belki de bir Kürt Ecevit’iydi. Ama Demirtaş’ın siyaset sicilindeki Erdoğan karşıtlığı mahallelinin tadını kaçırıyordu. Buna bağlı olarak Demirtaş’ın Gezi’yi desteklemesi, Kavala ve Batı ile iletişimi mahalleli için Demirtaş’ı gayri milli kategorisine yerleştiriyordu. Muhtemelen mahallelinin bilinç altında Demirtaş, bir dağ teröristini destekleyen lider değil de Geziyi destekleyip dışarıdaki Batı kaynakları ile iş birliği potansiyelindeki lider olarak yer almaktaydı.
Mahalleli pek öyle olmasa da Demirtaş ve Öcalan rekabetini var saymakta. Bu varsayım Demirtaş’ı biraz sempatik kılmakta. Ancak Öcalan gibi bagajı olmayan Demirtaş’ın mahalle ile ilişkilerinin düzelmesi ise tamamen Erdoğan’ın bu konudaki muhtemel olumlu tavrına da bağımlı durmakta.