31 Mart seçimi sonrasındaki hareketli gündemin bu haftaki starı Bahçeli, Erdoğan-Özel görüşmesini gölgede bırakacak bir zamanlamayla çıkışını yaptı. Bahçeli, ittifak gerilimleri ve etrafındaki tartışmalardaki “suskunluğunu” Ayşe Ateş’i kabul ederek bozan Erdoğan’ı hedefe alan açıklamasında, “Her şey milletimizin gözü önünde gerçekleşmektedir” diye söze başlıyor. Daha en baştan, “bilmiyordum”, “tam öyle düşünmemiştim”, “yanlış anlaşılmış”, “göründüğü gibi değil” türünden bütün bahaneleri kullanım dışına çıkaran bir giriş bu. Çünkü birkaç cümle sonra “nevzuhur gelişmelerin esrar perdesi aralandığında, başka hesapların, alttan alta körüklenen farklı beklentilerin varlığı müşahade ve mütalaa edilmektedir” diyor. Yani bazı “şer güçlerinin” devrede olduğu “örtülü hesaplar” için alenen ve göstere göstere yapılan şeylerden ve bunlar karşısındaki “sesizlikten” ve belirsizlikten duyduğu rahatsızlığı rest çekerek ifade ediyor. Bir tür platonik zaaf gibi duran “her şart altında Erdoğan’ı destekleyecekleri” sözleriyle, mesajın asıl ve aslında tek muhatabının Erdoğan olması arasındaki ilişki de, bugüne kadar tercih belirtmeden sürecin idare edilmesine örtülü itirazlarla kuruluyor. Geçici cevap bu yüzden çok hızlı geldi; Ömer Çelik vasıtasıyla Cumhur İttifakı’na bağlılık açıklandı, sonra da Erdoğan’ın dönüşüne hemen ikili görüşme ayarlandı. Yani mesaj, kuşku götürmez biçimde işaret edilen muhatabı tarafından alındı ama cevabı yüz yüze verilecek.
Bahçeli’nin açıklamasında pasif sitem gibi görünen temel itirazlar ise aslında başta Erdoğan olmak üzere pek çok aktörü pozisyonlarını netleştirmeye zorlayan -2019 yerel seçimi öncesindeki “ittifak yok” çıkışına benzeyen- proaktif hamleler. Özgür Özel, hemen karşılık verme ve “suç ortaklığı” diyerek sınır çizme ihtiyacı duydu ya da bir süredir yürütülen stratejiyle uyumlu bir körükleme fırsatı gördü. Ancak Bahçeli, henüz Erdoğan’ı doğrudan hedefe koyup karşısına almıyor hatta kolluyor. Erdoğan’ın izin veya yol verdiği vekalet savaşını işaret ederek çektiği restin karşılığındaki çıkış yolunu açık bırakıyor. Ana itirazlar kabaca -birbiriyle ilişkili- iki başlıkta toparlanmış. Birinci başlık “normalleşme” tartışmaları ve adımları vesilesiyle yeni bir siyasi dengenin arandığı görüntüsü. “Çok bilinmeyenli yeni bir denklemin kurulmak istendiği” ifadesiyle açık şüphe ortaya konduktan sonra, “‘Normalleşmenin’ engeli MHP ise AKP ve CHP ittifakı kurulsun” -küçümseme unsuru olarak “altılı masa da destek versin” cümlesi de eklenerek- önerisi yapılıyor. Erdoğan için zamana yayılması gayet verimli duran “üçlü ilişki” görüntüsünün fazla uzatılmasına müsamahası olmadığını söylüyor. İkinci başlık ise Sinan Ateş Davası üzerinden yürütülen çok taraflı tartışmaların ve çatışmaların, MHP için yarattığı yıpranma dolayısıyla artık taşınamaz hale gelmesine ilişkin. Dozun yüksekliği ve Erdoğan’ı muhatap almanın gerisinde, bu olayın kullanılmaya devam etmesi açısından Beştepe’nin onay vermiş görünmesi.
Erdoğan, yakın çevresindeki -epeydir etkisiz ama muhalif medya kulislerinin yıldızı- bir AKP kliği ve öncelikle “ekonomiye” (çarkların işleyişine) duyarlı iç ve dış güç merkezleri, CHP’yi de dahil ettikleri yeni dengenin anahtar kavramını, “normalleşme” olarak belirlediler. Mehmet Şimşek’in ekonomik programının aksamadan sonuç alabilmesi ve AKP’nin travmasını çabuk çözmesi gibi birbiriyle hem ilişkili hem de hayli uzak ihtiyaçları aynı anda karşılayacak, fonksiyonel bir formüldü. Üstelik CHP de, inisiyatif üstünlüğü ve denklemin eş belirleyicisi görüntüsü yüzünden, konuya son derece hevesli yaklaştı. Herkes için maliyetsiz hatta zahmeti son derece düşük, kullanışlılığı ise çok yüksek boş “değişim” görüntüsünden memnuniyet fazla. Faydalanan herkes için, sonuçlanmasından ziyade uzayan peşrevleriyle çok daha verimli olduğu için daha da uzaması ihtimali yüksek. Erdoğan’ın seçim şokunu çabuk atlatıp siyasi inisiyatifi dengelemesine yarayan formül, toplam başarısızlıktaki payını neredeyse hiç konuşturmadan üzerindeki “bir şey yapma” baskısını hafifletti hatta kaldırdı. 3. Kayyum hamlesini ve İspanyol gazeteciyi kendi ülkesinde azarlayacak özgüvene iki ayda kavuştu. Çünkü tartışmalar, yapılmayanların hangi bariyere takıldığı üzerine yoğunlaştı. Fakat konu, MHP açısından rahatsız edici biçimde fazla uzadı ve dahil olanlar arttıkça, spekülasyonların kontrolü zorlaştı. Mevcut ve potansiyel çekişmeler fazla açık saçık hale geldi.
Meselenin dışındaymış gibi görünen CHP ise spekülasyonların tam göbeğinde ve Bahçeli’nin açıklamasının da muhatabı elbette. Bahçeli, Erdoğan’ı kenarda durmak yerine açık tercihe zorlarken, CHP için de sürecin sürdürülmesini zorlaştırmak istiyor. AKP ile MHP arasındaki gerilimin köpürtülmesine, Erdoğan ile CHP arasındaki ilişkiye “artık ismini koyun” baskısıyla cevap veriyor. Özgür Özel’in son haftalarda, AKP-MHP gerilimini de aşarak MHP’nin içindeki ekip ve isimleri tartışma konusu yapmasıyla açılan mücadele davasına müdahil oluyor. CHP’nin işaret edilmesinin ilk bozucu sonucu, Özgür Özel’in “suç ortağınızı bize ittirmeyin” sözleriyle ortaya çıktı. Ömer Çelik’in -anlaşılan kapalı görüşmelerde hissedilen- “nezaket atmosferine uymadı” sitemi sonrasında ise “kriminal bir göndermesi” olmadığı şeklinde düzeltme gereği duyuldu. Galiba iki açıklama da, kapalı yürüyen müzakerelere öncelik veren aceleciliğin etkisinde. Çünkü birinci çıkış, yürütülen “normalleşme” gündemiyle, ikinci çıkış ise muhalefetin lokomotifi olmakla uyumlu görünmüyor. İktidar ittifakının iç gerilimlerini kullanarak siyaset yapmak verimli olabilir ama iktidar alternatifi yerine ittifak alternatifi görüntüsü vermek arasında dikkatli yürünmesi gereken bir sınır var. İşte Bahçeli’nin çıkışı, bir süredir CHP üzerinden yürütülen spekülasyonların risklerini büyütme amacında. Elbette bunu gören Özel de erken baraj koyma ihtiyacı hissetti.
Sorunlu görüntüler, riskli temaslar, kaynağı ve içeriği kontrol edilemeyen spekülasyonlar, “tamam bunlar var ama siyasi beceri de bunları yönetebilmek” diyerek hafiflemiyor. Bu açıdan, üzerinden zaman geçmiş iki örneği hatırlamakta fayda var. Birincisi 90’lı yılların hemen başında yaşandı. 1989 yılındaki yerel seçimde 12 Eylül ürünü ANAP’ın siyasi patronluğunun sonuna geldiği anlaşıldığında (o zamanın merkez solu) SHP birinci parti olmuştu. Ardından yapılan 1991 seçiminde, “iş çevrelerinin” çok arzu ettiği DYP-SHP koalisyonu kuruldu. Formül, 12 Eylül sonrası “normalleşme” uzlaşısı diye sunulmuştu ama asıl dert ekonomik programın “radikal” değişimini engelleyecek muhalefetsizlik, siyasetin ehlileştirilmesi arayışıydı. Bunun “devlet” ayağında da köy yakmalardan, faili meçhul cinayetlere uzanacak Kürt politikası ve devamında 28 Şubat yer aldı. Bu açılışla girilen 90’lar, ekonomik ve siyasi krizlerin on yılını yaşattı, merkezin çökmesi ve ağırlık merkezinin uçlara yönelmesiyle tamamlandı. İkinci örnek 2015 yılında, seçim yenilemeye ve siyaseti terörize etme gayretlerine paralel ilerleyen istikşafi görüşmelerdi. Erdoğan, tek başına iktidar lüksünü kaybettiği eşikten çıkıp iktidarın ömrünü uzatmakla kalmadı, şahsım devletinin taşları önüne dizildi. İki olayda da, “normalleşmeyi” muhalefetsiz ortam diye kodlayan “memnunların” talepleri ve merkez solla yakınlaşan Kürtlerin siyasetten tasfiyesi baskındı. Elbette muhalefetteki aktörlerin inisiyatif kazanma hevesi, sonuç alabildikleri zannı, kadroların (teşkilatların) “sıra bize gelsin” baskısı ve seçmendeki “bir şeyler değişsin artık” beklentileri süreçte rol oynamıştı. Benzer bir risk şimdi daha yüksek.