Avrupa’nın son günleri

“Avrupa’nın Son Günleri” İstanbul’daki bir sahaftan aldığım kitabın başlığı. 1946 Egloff Paris basımı. Yazarı, Romanya’nın eski Dışişleri Bakanlarından Grigore Gafencu. 1939 yılında gördüklerini kaleme almış, bir diplomatik yolculuğunda, savaş öncesinin bakışıyla zihnine kazılanları.

Gafencu, önsözünde, “olayların baş döndürücü niteliğinin dünyayı sarstığı bir anı diplomatik bir takdimle dile getirmenin nasıl gerçek dışı imgeler yaratabileceğini biliyorum. Savaş öncesinde doğru gibi görünen bugün artık doğru değil. Siyasetçilerin hesaplarıyla diplomatların formülleri arasında dramın hazırlandığı devir ile yaşamda kalabilenlerin yıkıntılar içinde umutlarını ayakta tutmaya çalıştıkları mevcut devir arasında, vahim ve derin siyasi çalkantılar yaşandı” diye yazıyor.

“Avrupa’nın Son Günleri” ve  “Ölümcül Avrupa”

Gafencu’nun Atina ve Ankara ziyaretlerini, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Yalova’da görüşmesini okuyorsunuz… Geleceğin ne getireceğinin belirsiz kaldığı bir dönemde barış yolunda çabalarını sürdürenler. Doğu Avrupa ülkeleri olmaksızın birleşmiş bir Avrupa olamayacağını 1948’deki bir söyleşisinde dile getiren, Avrupa federalizmini daha o günlerde savunan ve Avrupa uygarlığının nihayetinde tüm gaddarların üstesinden muzaffer çıkacağını ifade eden bir devlet adamı Gafencu.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin tamamlandığı 9 Haziran Pazar akşamı gelişmeleri izlerken Gafencu’nun anılarına daldım.

Yaşanan dramların eksik olmadığı yeni bir dönemdeyiz. Analizler, öngörüler, senaryolar medyanın ulaştığı teknolojik olanaklarla sahneyi tam anlamıyla kaplamış durumda. Pierre Bourdieu’nün sözünü ettiği “hızlı düşünce insanları” (“fast thinkers”) daha da çoğaldı. Zaman ve hız, düşünceye yer bırakmamakta kararlı. Avrupa bütünleşmesi hareketinin düşünürleri ise sahneden çekilmeye başladı. Ne de olsa “Ölümcül Avrupa” ile yaşayacağız.

“Avrupa’yı hala sevebilir miyiz?”

Fransa’da yaşadığım dönemden kalan, ara sıra Avrupa üzerine düşünürken dosyalarımdan çıkardığım bir yayın: “Bir Numara” (Le Un). Haftalık bir yayın. Kocaman bir sayfa önlü arkalı makalelerle katlanmış halde. Okunması zevkli ve kolay. Her hafta tematik bir başlık. Açıklayıcı, kalıcı makaleler. Değişik açıları irdeleyen. İki nüshasını sanki bugünler için saklamışım. Birinin başlığı “Avrupa’yı hala sevebilir miyiz?” diğerinin ki ise, “Fransa hala rüyaların ülkesi mi?” 2014 yılından kalan iki nüsha. Birinde Victor Hugo, diğerinde Le Clézio’nun yazıları tematik başlıkların giriş yazıları olmuş. Delors dönemi AB Komisyonu üyesi, Dünya Ticaret Örgütü eski Genel Müdürü Pascal Lamy’nin yazısının başlığı da çarpıcı: “Avrupa’nın en büyük sırrı, Avrupa’dır”. Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrasında belirginleşen ruh hallerinin yolu on yıl önce döşenmiş.

Fransa Devlet Planlama Teşkilatı’nın Pascal Lamy’nin başkanlığında 1993 yılında hazırladığı “Dünya – Avrupa” başlıklı bir rapor dikkatimi çekmişti. Fransızlar için yönelimleri, dönüm noktalarını içeriyordu. Aradan yirmi yılı aşkın bir süre geçti. “Dünya-Avrupa” bakışı gözden geçirilmekte.

Türkiye’nin konumu ayrıcalıklı

Popülist siyaset sevdalılarının aslında pek bir dengeye baktıkları da yok. Halkın meşru beklentileri, tepkileri, kaygıları, korkuları onlar için birer araç; insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti temellerini sarsmakta beis görmeyen bir anlayışı temsil eden zihniyetin savunucuları. Saldırganlığın da savunucusu olmak zor değil. Dünya liderlerinin hepsi popülist olsa, bunu demokratik tercih olarak sunarlar.

Herşey zaten bir tercih meselesi. Nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz? Kimler tarafından yönetilmek istediğimiz? Türkiye’nin geleceğini inşa ederken, özgüvenimizi hangi değerler etrafında bulduğumuz?

Cumhuriyetimizin kurucularının vizyonu geçmişte kalan değil, geleceği hazırlama gücünü ve işlevini hala taşıyan bir nitelikte. Ulusal bir vizyon. Aynı zamanda evrensel değerlerden güç bulan bir vizyon.

Türkiye’nin konumu ayrıcalıklı. Güvenle geleceğe bakabilmeliyiz. Coğrafyamızın tüm boyutlarının hassasiyetini ve kıymetini bilerek, jeopolitik dengeyi koruyarak, onlarca yılın emeği olan temel yönelimlerimizi pekiştirerek, konjonktürün akışına göre değil, neyi hedeflediğimizi iyi bilerek ilerlemeliyiz.

Avrupa’da siyasi sarsıntılar sürecek

Onuncu Avrupa Parlamentosu seçimleri ve özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerde yol açtığı siyasi sarsıntılar sürecek. Fransa’daki siyasi gelişmeler kritik bir eşikte. 30 Haziran ve 7 Temmuz’da düzenlenecek iki turlu milletvekili seçimleri sonuçlarının ortaya çıkaracağı tabloyu görmek lazım. Almanya açısından da siyasi durum çalkantılı bir süreçte. Macron ve Scholz, Fransız-Alman ekseninin güçlü temsilcileri olma şanslarını kaçırmış görünüyor. Fransız-Alman ekseni Avrupa dinamiklerinde ne ölçüde belirli olmayı sürdürebilecek? Kasım ayındaki ABD Başkanlık seçimlerinin sonuçları da devreye girdiğinde “hızlı düşünce insanları” da şaşkın kalabilir.

Kimsenin oyun kurucu ya da oyun bozucu olamadığı ama herkesin aynı zamanda oyun kurucu ya da oyun bozucu olduğunu düşündüğü bir uluslararası ortamda belirsizlikleri yönetebilmek, kolektif aklı önde tutmak, temel değerler zemininde yol almak, iklim değişikliğinden salgın hastalıklara karşı dirençli bir toplum inşa etmek kolay değil.

Türkiye de “Dünya – Avrupa” dengesinin gözlemcisi değil, aktörü olmak zorunda. Coğrafyamız, tarihimiz, kültürümüz, kimliğimiz bizi böyle bir konuma yerleştiriyor.

Olayların baş döndürücü niteliğinin dünyayı sarsmayı sürdürdüğü bir dönemde, siyasetçilerin ve diplomatların akılcı ve kalıcı bir vizyonun ipuçlarını Atatürk’ün mirasında bulmaları mümkün. Atatürk’ü yaşatalım, ona sahip çıkmayı sürdürelim.