Aşırı sağın gölgesi Avrupa Birliği’nin üzerini kaplarken

Geçen pazar günü sonuçlanan ve özellikle popülist aşırı sağ siyasi grupların dikkat çeken kazanımlar elde ettikleri Avrupa Parlamentosu seçimleri, bütün kıtada 1989 yılı sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan dönemdeki en önemli kırılmalardan birini yaratmış bulunuyor.

Seçimlerin sonuçları, aynı zamanda Avrupa’nın önümüzdeki dönemde hangi yöne doğru gideceği sorusunu da dünyanın gündemine taşımıştır. Bu, sonuçları itibarıyla Avrupa kıtasını fazlasıyla aşan büyük bir sorudur.

*

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimini iki ölçekte değerlendirelim. Birincisi, doğrudan AP’nin kendi kompozisyonunda yol açtığı değişiklikler ve bunun Avrupa Birliği’nin karar alma mekanizmasına muhtemel etkileriyle ilgilidir.

Toplam 720 sandalyesi bulunan AP’de en kalabalık küme olan merkez sağ partilerin toplandığı ‘Avrupa Halk Partisi’ grubu sayısal gücünü bir miktar artırarak çıkmıştır seçimden. Net bir şekilde kaybeden taraflar, ‘Yeşiller’, ‘Sosyalistler/Demokratlar’ ve AB yanlısı liberal çizgideki ‘Yenilenme’ grupları olmuştur.

Buna karşılık, popülist sağ çizgide İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin ‘Kardeşler’ partisinin üye olduğu ‘Muhafazakarlar/Reformistler’ grubu ile Fransa’da aşırı sağın temsilcisi Marine Le Pen’in ‘Ulusal Birlik Partisi’nin yer aldığı ‘Kimlik ve Demokrasi’ grupları parlamentodaki sandalye sayılarını artırmıştır.

Parlamentodaki güç dağılımında merkezde duran siyasi gruplar şimdilik çoğunluğu ellerinde tutmaya devam etseler de, terazinin kefelerindeki güç dengesinin belli bir miktar aşırı sağa doğru kaymış olması bu seçimin en çarpıcı gerçeğidir.

Avrupa Birliği’nin icra organı olan Avrupa Komisyonu’nu seçme yetkisi parlamentoya ait. Önümüzdeki aylarda AB’yi beş yıl süreyle yönetecek yeni Avrupa Komisyonu Başkanı’nın seçiminde Alman Hıristiyan Demokratlar’ın kontenjanından gelen mevcut Başkan Ursula von der Leyen’in yerini koruması şimdilik muhtemel görülüyor.

Ancak parlamentodaki güç dengesinin yeni komisyon kabinesinin dış ilişkiler yüksek temsilcisi, genişleme komiseri gibi diğer üyelerinin seçimine, dağılımına nasıl yansıyacağını bekleyip görmek gerekiyor.

*

İkinci ölçekte bakmamız gereken, AP’ye gidecek üyeler için her AB üyesi ülkede yapılan seçimlerde partilerin aldıkları oy oranlarının o ülke açısından yansıttığı siyasi güç dengesidir.

Bu seçimler bir anlamda AB ülkelerinde iş başında bulunan hükümetler açısından bir referandum gibi geçmiştir. Bu yönüyle özellikle Almanya ve Fransa’daki hükümetlerde şiddetli sarsıntılar yaratmıştır.

Almanya cephesinde kaybeden taraf, koalisyon hükümetinin büyük ortağı konumundaki Sosyal Demokrat Parti’dir. Bazı üyelerinin sıkça ırkçılık suçlamalarına hedef olduğu radikal sağ çizgideki Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) sandıktan Hıristiyan Demokratlar’dan sonra Almanya’nın ikinci siyasi aktörü olarak çıkmıştır. Bu durum Avrupa kıtasında çok geniş kesimlerin tüylerini diken diken etmiştir.

Bir bu kadar sarsıntı yaratan gelişme, son dönemlerde bir imaj düzeltme çabası içinde olsa da, ırkçılık sicili yine de pek parlak durmayan Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi’nin de yüzde 31.37 oranıyla Fransa’da birinci parti çıkmasıdır.

Başka ülkelerde ise AB yanlısı partilerin bazı durumlarda önde çıktığı, buna karşılık bazılarında kayda değer oranlarda geriledikleri aksi yönde sonuçlar da alınmıştır.

*

Aslında bütün bu seçimi Avrupa’nın nabzını yansıtan bir barometre gibi okumak ve buradan büyük fotoğrafa bakmak gerekir. Bu büyük fotoğrafta AB’nin arkasındaki taşıyıcı iki baskın güç olan Almanya ve Fransa cephelerinde aşırı sağın yükselişe geçtiğini görüyoruz.

Bundan sonrasını daha net değerlendirebilmek açısından kısa dönemde özellikle iki gelişmeyi beklemeliyiz. Bunlardan birincisi, desteklediği AB yanlısı Rönesans Partisi ağır bir yenilgiye uğrayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un parlamentoyu feshetme kararının parçası olarak ilan ettiği erken seçimdir.

Fransa’da ilk turu bu ay sonunda yapılacak olan erken seçim geçen pazar olduğu gibi yeniden Ulusal Birlik Partisi’nin zaferiyle sonuçlandığı takdirde, Fransa Marine Le Pen’in çekim alanına doğru kayacaktır.

Tabii önümüzdeki yıl ekim ayında Almanya’da düzenlenecek olan genel seçim belirleyici bir diğer dönemeç noktası olacaktır. Bu seçimin radikal sağın yükselişini koruduğu bir tabloda sonuçlanması bütün Avrupa açısından sıkıntılı bir tablo yaratacaktır.

Bu atmosferi etkileyecek üçüncü bir faktörü daha hesaba katabiliriz. O da önümüzdeki kasım ayında yapılacak olan ABD’deki başkanlık seçimleridir. Bu seçimi de Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın kazanması, Avrupa’daki aşırı sağa kayma yönelişine ABD’yi de içine alan bir Trans-Atlantik boyut kazandıracaktır. Trump’ın muhtemel bir zaferinin serpintileri Avrupa kıtasına da ulaşacaktır.

*

Yine barometre benzetmesinden devam edersek, gelişmeler bu doğrultuda yol alırsa, bizi aşırı sağ rüzgarların daha sert estiği, yüksek basınç alanı altında bir Avrupa bekliyor?

Haberin Devamı

Bu, her şeyden önce AB’nin çevre konusundaki iddialı hedeflerini gözden geçirmek, aynı zamanda göçmenlere karşı daha sert önlemlere başvurmak zorunda kalabileceği bir dönemi haber veriyor. Yabancı düşmanlığının daha da tırmanması, ‘Avrupalı kabul edilmeyenler’in artan ölçüde dışlanacakları, hedef alınacakları bir ortama yol açabilir. Bu durumun Avrupa’da toplumsal barışa nasıl yansıyacağı bugünden üzerinde kafa yorulması gereken bir meseledir.

Bunun gibi düşündürücü bir başka başlık, aşırı sağ partilerin güçlenmesinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali üzerine AB’nin bu ülke karşısında izlediği izolasyon politikasını etkilemesi ihtimalidir. Rusya’nın işgali altındaki Ukrayna’ya yapılan askeri ve ekonomik yardımların frenlenmesi, Rusya’ya yaptırımların hafifletilmesi yolundaki talepler, Rusya lideri Vladimir Putin’in Batı karşısındaki elini rahatlatan, üstündeki baskıyı hafifleten sonuçlar yaratabilir.

Keza, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin dondurulmasının ardından AB’nin zaten ağır bir tempoda gitmekte olan Balkanlar’daki genişleme hedeflerinde de bir duraklamaya girilmesi yapılan yorumlarda sıkça vurgulanan bir görüştür.

Ayrıca, Ukrayna’yı tam üye adayı ilan etmiş olan AB’nin bu ülke ile müzakereleri başlatma kararı alıp alamayacağı yine yeni dönemin kritik sorularından biri olacaktır.

*

Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sonuçlanmasından sonra girilen yeni dönemde Avrupa kıtasına çizilmiş olan doğrultu bu yönde değildi. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu eski Doğu Bloku ülkelerinin süratle demokrasiye, pazar ekonomisine geçmeleriyle birlikte, nehrin yatağı köklü bir şekilde değişmişti Avrupa’da. Bu süreci, aynı ülkelerin kısa bir zaman kesiti içinde AB bütünleşmesine dahil edilmeleri izledi.

O günlerde genel kabul gören görüş, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi değerlerin bütün kıtayı kapladığı, bu değerler üzerinden çoğulculuğu, hoşgörüyü esas alan liberal bir Avrupa düzeninin kalıcı bir şekilde kıtaya yerleştiğiydi.

Tarihin akışının artık bir daha ters çevrilemeyecek biçimde bu yönde ilerleyeceğine inanıyordu herkes.

Kabul edelim ki geçmişin bu iyimser ruh hali, Avrupa Birliği projesine bağlı çevreler açısından, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçlandığı 9 Haziran 2024 tarihi itibarıyla yerini, soru işaretlerine, endişelere bırakmış bulunuyor.

Bundan çeyrek yüzyıl öncesinin iyimser atmosferi, 1999 yılı sonunda Türkiye’nin AB’ye tam üye adayı olmasının da önünü açmıştı. Geldiğimiz noktada Avrupa’nın nereye doğru gittiği sorusu kuşkusuz Türkiye’yi de hayati bir şekilde yakından ilgilendiriyor.

Meselenin bu kısmına da yarın bakalım.