Eleştiri mi ad hominem mi?

 

Eflatun “Konuşma, aklını kullanma sanatıdır.” diyor. Her konuda her yerde pek çok itiraz dinliyor, okuyoruz. Bunların büyük bölümü konuyla ilgili bir cümleyle başlıyor ardından taa Aristo’dan beri Safsata Kılavuzu’nda tanımlanan örneklerden birine dönüşüveriyor. En çok kullanılan da “argumentum ad hominem”, bir argümanı ya da hükmü, delillerle değil, hükmü ya da argümanı ileri süreni karalamak suretiyle çürütmeye kalkışmak anlamındadır ve mantık ilminde safsataya girer.

AB’YE GİREBİLİR MİYDİK?

Bu tartışma hiç bitmiyor. Niye almıyorlar sorusuna cevaplar çeşitli. Çoğunluk suçu Türkiye’de buluyor. Öyleydi böyleydi derken işin faturası her seferinde anlamsız yere Türkiye’ye çıkıyor. Türkiye’nin bu konuda gösterdiği gayret yok sayılıyor.

Bugünlerde Avrupa Parlamentosu seçimleri var. 400 milyon insan seçimlerde oy kullanacak. Nüfusa göre en büyük ülke Almanya 83 milyon ile en kalabalık AB ülkesi. Onu 64 milyon ile Fransa takip ediyor. Geri kalan ülkeler İtalya, İspanya ve diğerleri. Türkiye eğer Avrupa Birliği’ne alınmış olsaydı 85 milyon nüfusuyla Avrupa Parlamentosu’na en fazla temsilci gönderecek ülke olacaktı. Belki de bu nedenle 2005 yılından itibaren her ülke Türkiye’yi Avrupa’ya almayacaklarını art arda sürekli açıkladı. Türkiye düşmanlaştırıldı ki bu, Avrupa’da aşırı sağ partiler iktidar veya iktidar ortağı olmadan önceydi. Hal böyle iken Türkiye’ye Avrupa kapılarını kapatan Batı’nın tutumu görülmeden sorunun odağı olarak Türkiye’nin görülmesini içselleştiren yerli siyasetçilerimize her seferinde hayretle bakıyorum.

 

YENİLGİDEN SONRA

Cambridge Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Ayşe Zarakol’un kitabı aldığı ödül ile dikkatimi çekmişti. Yenilgiden Sonra başlığı altında ‘Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi’ sorusunu kitabın kapağına taşıyan Zarakol’un kitabı klişelere takılmadan son derece mesafeli bir noktadan Batı’nın Batı dışı toplumları damgalayan-lekeleyen bakışına ışık tutuyor.

Ayşe Zarakol diyor ki: “Batılı olmayanların uluslararası sisteme dâhil edilme tarzının yol açtığı tedirginlikleri ve bu tedirginliklerin dünya siyasetinin temel dinamiklerini nasıl biçimlendirdiğini araştırdım. Batı’yı saplantı haline getiren ülkelerden yola çıktım. Rusya, Japonya ve Türkiye örneklerinde kendini hakir görme Batı’yı yüceltme davranışlarında gördüğüm benzerlikler bu konuyu ele almama sebep oldu. Bu üç ülke de Batı tarafından mağlup edilmiş imparatorlukları bitirilmişti.

Sekiz yıllık çalışmanın ürünü olarak Yenilgiden Sonra/Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi kitabı Cambridge yayınlarından (After Defeat: How The East Learned to Live With The West) 2010’da çıkıyor.

“Türkiye hakkında bir kitap yazmaktan ziyade Amerika’da o zamanlar hâkim olan uluslararası ilişkiler teorilerine eleştirel bir bakış açısı getirebilmek, Türkiye, Japonya, Rusya örneklerini beraber değerlendirerek, gözden kaçırdıkları bazı dinamiklerin aslında dünya siyaseti için ne kadar önemli olduğunu inkâr edilemeyecek şekilde göstermek istedim. Mevcut hâkim görüş; ‘Bir ülkenin dış politikasını tamamen askeri ve ekonomik gücü belirler, diğer faktörler önemsizdir.’ Benim amacım askeri ve ekonomik gücü yadsımak değil ama dış politikayı belirleyen başka önemli şeyler de olduğunu göstermekti.”

Yazar bu kitabın devamında “Dünya Siyasetinde Hiyerarşiler” kitabına da imza attı. Diyor ki; “Eğer sadece ekonomik güç ya da askeri güç önemli derseniz Batı-Doğu ayrımının dünya siyasetinde niye önemli olduğunu anlayamazsınız.”

LEKELİ OLMA PSİKOLOJİSİYLE BÜYÜYENLER

Ayşe Zarakol kitabı çalışırken iki teoriden destek alıyor. Birincisi Erving Goffman’ın “stigma” yani damga ya da leke teorisi: Damgalı bir bireyin toplumsal kimliğinin lekelenmiş yönlerinin hem onunla ilişkide bulunan kişilerde hem de damgalı bireyin bizatihi kendisinde oluşturduğu etkilerin uluslararası ilişkilere yansıması. Mesela diyor ki: “Dış politikamız 19. ve 20. yüzyılın lekelerini taşıyor hâlâ, Batılı olmayan ülkelere ağabeylik taslıyor, yükselen güçleri küçümsüyor, hesaba katmıyoruz.”

İkincisi de Norbert Elias’ın kuramı “yerleşiklerdışarıdakiler.” “Elias’a göre bir toplumda ilk yerleşik olmak, yerleşiklik hissine sahip olmak kural koyuculuk açısından maddi faktöre göre daha belirleyicidir. Yerleşikliğin verdiği ortak kültür ve uyumluluk, eski mahallede oturanların yeni gelenleri kolayca dışlamasına ve bu dışlamayı makul göstermek için çeşitli leke yaftaları yaratmasına imkân tanımıştı. Yeni gelenler bu yaftalarla kolayca baş edemiyorlardı. Çünkü henüz ortak bir cephe oluşturamamışlardı.

Bu dinamik modern uluslararası sistemin temelinde de var. Avrupalı olmayan birçok öge sadece Avrupalı olmadığı için yaftalandı. İşin tuhafı o ülkelerdeki elitler bu yaftalanmayı içselleştirdi…”

Mevcut Batı merkezli uluslararası sistemin dünyayı kendi hiyerarşisiyle sınıflandırmasına karşı akademiden çıkan eleştirel bir ses olarak Ayşe Zarakol’un çalışmasını önemli buldum. Hele de İsrail-Gazze meselesinde bir kez daha kendini gösteren bu Batı dışı toplumları insan yerine dahi koymayan yaklaşımlar sergilenirken.

 

Siyasetçi hazırcevaplığı…

Tarihi hatıratları okumayı seviyorum. Bir hatıratta rastladığım Demirel’in Aliyev’le yaşadığı olayın bir benzerini Avrupa Parlamentosu seçimlerine hazırlanan İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’den duydum. Aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin (FdI) lideri Meloni Campania bölgesine yaptığı ziyarette, daha önce kendisinden “kaltak” diye bahseden solcu vali Vincenzo De Luca’yla el sıkışırken “Merhaba, ben o kaltağım” demişti.

Demirel’in hikâyesi ise şöyle: Süleyman Demirel’in onuruna Bakü’de görkemli bir yemek veren Haydar Aliyev, ne kadar övgüye değer söz varsa hepsini söyler. Bu övgü dolu sözlerinin içinde Azeri dilinde “başarılı, yetenekli” anlamına gelen “pezevenk” sözcüğünü çok sık vurgular: “Dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı siyasi pezevengi gardaşımın ve heyetinin onuruna…” diye devam eden konuşmadan sonra sıra Demirel’e geldiğinde kendine münhasır espri yeteneğiyle Haydar Aliyev’e dönerek “Sen de az pezevenk değilsin.” der.