Selahattin Demirtaş, yıllara yayılan tartışmalı tutukluluğuyla ülkemiz siyasetinde önemli bir aktör olarak öne çıkıyor. Demirtaş’ın hapishane hayatının ne kadar süreceği bilinmez ancak yaşlı kuşak siyasetçilerin yaşlarından dolayı siyasetten çekileceklerini varsaydığımızda, onun yarının Türkiyesi’nde de gündemde kalacağını söylemek mümkün.
Demirtaş ve ailesinin hikâyesi, 1980 darbesi sonrası uygulamalar ve 1990’lı yılların Kürt sorununa ilişkin izlenen beceriksiz, aciz ve çıkarcı siyasetinin sosyolojik sonuçlarıyla iç içe geçmiş durumda. Ailesinin Elazığ Palu’dan Diyarbakır Sur’a göç hikâyesi, ardından PKK’ya katılan ağabeyi Nurettin Demirtaş ile eğitim için gittikleri İzmir’de yaşanan gözaltı ve işkence olayları, Demirtaş’ın Diyarbakır’da DGM tarafından gözaltına alınışı, işkence ve kötü muamele iddiaları, ardından bunlara cevap verircesine hukuk öğrenimi için Ankara’ya gitmesi, Demirtaş’ın var olma mücadelesinin birkaç kesiti.
200 yıl önceki devlet zihniyetimiz, bir dağ çobanı olan Sırp Kara Yorgi’den Sırbistan milli kahramanı veya bir marangoz çırağı olan Antranik’ten Ermeni komitacı General Antranik’in çıkmasını engelleyemedi ve imparatorluğun etnik dağılmasına aciz kaldı. 80’lerin Diyarbakır cezaevi işkencelerinin dağlara terörist kazandırması, geçen 200 yıl içindeki deneyimlerin mevcut devlet aklına bir katkısı olmadığını gösteriyor. Demirtaş kardeşlerin yaşadıkları ve sonuçta örgüte olan farklı bağlantıları, adeta bu yakın geçmişi de bize acı olarak anımsatmakta.
Osmanlı yıkıldıktan sonra devlet geleneğimizde büyük kayıplar oldu. Osmanlı bürokrasisinin yetişmesine büyük katkıları olan Mustafa Kemal Atatürk dışında, ülkemizin sonraki liderleri çoğunlukla mahalle içindeki sistem karşıtı mücadeleleriyle sokaktan yetişti. Devlet adamı lider ile popülist halk lideri arasında belirleyici bir fark bu şekilde oluştu. Selahattin Demirtaş da Kürt siyaseti açısından öne çıkan doğal bir lider örneği. Bu arada kendisinin de bugün de bedellerini ödediği ciddi siyasi ve söylev hatalarının olduğunu da hatırlatmamız gerekiyor.
Yıllar önce Musul Vilayeti-Misakı Milli üzerine belgesel ve STK çalışmaları yaparken, Süleymaniyeli Kürdistan kralı kabul edilen Şeyh Mahmut Berzenci’nin yeğeni merhum Şeyh Salar bana Demirtaş’ın bölge Kürtleri için özel bir anlam ifade ettiğini vurgulamış ve ziyaret talebini yetkililere iletmek istemişti. Bu durum, Türkiyeli Demirtaş’ın sadece Türkiye’deki Kürt ve Türk genç kuşağı için değil, Ortadoğu’da da Kürt coğrafyasında da Öcalan ve Barzani’ye rağmen doğal bir lider olarak ilgi çektiğinin teyidiydi.
Ülkemizde ekonomi sorunu olmadığını söyleyenler gibi, Kürt sorunu olmadığını ifade eden dolaylı resmi söylemler mevcut. Bir zamanlar “Kürt yoktur”dan, Kürt vatandaşlarımızın demokratik sorunlarına çözüm süreci içinde gelebilmiştik. Kürt sorununun ülkemiz dışındaki yüzünü imparatorluğun yıkılışından sonra bölgede oluşan Kürtlerin kimlik ve devletsizlik küresel sorunu olarak görmek de mümkün. Bu sorun, bölgede kurulan Suriye ve Irak gibi çakma ulus devletler için sürdürülemez nitelikteydi. Nitekim bu devletler kaçınılmaz bir şekilde federal ve konfederal bir yapıya sürüklenmekte. Ancak emperyal geleneği olan Türkiye ve İran için bu durum gerçekte söz konusu olmamalı.
Teröristan’a hiçbir devlet müsaade etmez. Ancak Kürt koridoru paradigması üzerine ısrarla oturtturulmuş adeta bayıltan güvenlik konsepti tekrar değerlendirilmeli. Askeri olarak kararlılıkla uygulanmaya çalışılan bu konsept kayıt dışı ekonomiyle delik deşik edilmiş durumda. Bu ısrarın maddi ve manevi maliyeti tekrar gözden geçirilmeli. Büyük bir kısmı zorlama veya yapay şekilde oluşturulan bu koridorun ülkemize yönelik ciddi tehdit maliyetini fırsata çevirecek devlet aklının ihtiyacı hissedilmeli.
1990’ların yanlış politikalarına rağmen, 90’ların yerel ve genel seçimlerinde Kürtlerin yoğun olduğu coğrafyamızda oylar Milli Görüş politikasınaydı. 2000’lerde ise oylar KCK yapılanmasının sıkça ismini değiştirmek zorunda bırakılan partisine kaydı. Bu değişim, muhafazakâr Kürt coğrafyasında da artık KCK yapılanmasının içte ve dışta popüler olacağını gösterdi. Bu yapıları sert güç veya güvenlik politikasıyla enterne etmek mümkünse de tasfiye etmek mümkün olmuyor. Ülkemizin bu yapıları sert gücün ötesinde terörden arındıracak, silahsızlandıracak ve tesviye edecek bir akla ihtiyacı var. Bu iş “bu ülkeye komünizm gerekecekse onu da ancak biz getiririz” zihniyeti ve yapısının becerebileceği iş de değil. Bu amaca ulaşmak için devletin, halkın ve ilgili yapının güvenebileceği sivil aktörlere ihtiyaç var. Demirtaş, tabandaki karşılığı ve geldiği nokta itibariyle şimdilik böyle bir süreçte yapıcı aktörlerden biri olacağının güvenini vermektedir.
Sıkça ifade ettiğim gibi, Londra’da indiğinizde İngiliz’den çok farklı etnisitelerden insanlarla karşılaşırsınız. Bu insanlar, muhtemelen atalarının derileri İngiliz sömürge valileri tarafından yüzülenlerin torunlarıdır. Ne yazık ki, Osmanlı’da güvenle yaşayan etnisiteleri bugün biz Osmanlı torunları, bunları potansiyel bölücü tehdit olarak görmekteyiz. Bu durum Britanya’nın dönüştürücü devlet aklıyla, bizim aklını değil reflekslerini kullanan devletin farkını göstermekte.
19. ve 20. yüzyılda Osmanlı’ya karşı Ortadoğu’da belirleyici olan İngiliz derin devlet aklını, Cambridge ve Oxford eğitim havzasında yetişen nitelikli devlet adamları ve nitelikli saha entelektüelleri oluşturuyordu. Bu grup, yarım yüzyıl İngiliz devlet aklını oluşturacak ve politikasını yönlendirecekti. Lord Albert Grey, Cecil Rhodes, Arnold Toynbee, Halford J. MacKinder, T.E Lawrence gibi isimler, sömürgeler arasında koordinasyonu sağlayacaktı. Mark Sykes, Sir Aubrey Herbert, Lloyd George gibi diplomatlar da bu dönemde önemli roller üstlendi. Gertrude Bell gibi istihbaratçılar, bölgedeki halk ve tüccarlarla iyi ilişkiler kurarak bölgelerin haritasını çıkardı ve Kraliyet Coğrafya Merkezine gönderdi. Ayrıca İngiliz devlet aklının uzlaşmacı ve dönüşümcü karakterinde refah ve ticari endeksli bileşenlerin de etkisini de burada hatırlatalım.
Bizde böyle bir vizyonu, devlet insanlarını ve aklını üretebilecek ne bir eğitim havzası ne de entelektüeller mevcut olamadı. Olmadığı için de onların çizdiği haritaların mahkumu olarak varoluş kaygısını üreten politikaların esiri kaldık. Şu an nitelikli devlet insanı ve saha entelektüeli sıkıntısı çekmekteyiz. Popülist bekâcı siyasetin devlet ve insan odaklı uzun vadeli olmayan çıkarcı siyaseti bu yükü kaldıramamakta. Öyle bir kutsal amacı da yok gözükmekte.
Olmayan bir devlet aklının, Demirtaş gibi etkili aktörler üzerinden iç ve dış akraba Kürtlerin Türkiye ile ilişkilerini ülkemiz için bir bölgesel güç ve barış projesine dönüştürmesi şu an muhal gözükmekte. Bunun için devletimizin aklının başına almasını biraz daha beklememiz gerekmekte. Gelinen bu noktada kendini devlet kabul edenler, siyasiler kadar biz halkın-seçmenin de sorumluluğu yadsınamaz. Ülkemizin sadece dış Kürtler veya içerideki Kürt vatandaşlarımızla değil, öncelikle hep birlikte kendimizle barışmaya ihtiyacı var.