Tekçi yaklaşım ile çoğulcu ve ortak siyaset arayışı arasında çok temel bir fark var. Çoğulcu yaklaşım kamu çıkarını esas alarak müşterek bir aklı ilmik ilmik dokumaya dayanıyor. O yüzden bu tekçi kafalar zaman zaman kamuoyuna da yansıyan tartışmaları yadırgayıp tuhaf karşılıyorlar. Bunların bünyesinde çoğulculuk ve demokrasi alerji yaratıyor.
Siyasi partilerle yapılan görüşmeler bile bu çevrelerde panik yaratıyor, “şeffaf olun, ne görüştünüzse açıklayın” diyorlar. Demokrasi ve adalete yönelik talep ve hedefler açıklanıyor zaten. Ne söylüyorsak onu yapmalıyız, ne yapıyorsak da onu söylemeliyiz. Bu bile bazılarında alerji yaratıyor.
Peki bu kesimlerin bugüne kadar AKP-MHP, HÜDA PAR, Yeniden Refah vs. arasındaki görüşmelerin transparan olması yönünde bir istekte bulunduklarını gördünüz mü hiç? Göremezsiniz, onlar yalıncı keseri gibi her şeyi kendilerine yontarlar. Simetri kurma, denge duyguları yoktur.
Doğayla İlişkimiz
Bu hercümerç içinde Dünya Su Günü gibi anlamlı günler üstünde bile yeterince durulmadı. Yeraltı sularının giderek tükenmesi ve çölleşmeyle tipik bir Ortadoğu ülkesine dönüşmemiz, alarm zillerinin çaldığını gösteriyor.
Mesela deniz suyunu tatlı suya dönüştürme hedefi ne zaman önceliklerimiz arasına girecek?
Altı büyük ovamızı tarım dışı amaçlara açanlar karşısında, her yıl Kıbrıs kadar toprağımızı erozyondan kaybetmemiz, ekolojik ve yeşil bir siyasete ve ekonomiye öncelik vermemizi gerekli kılıyor.
Bugün orta sınıf yurttaşlar bile bahçelerinde, balkonlarında, limon ağacı, sebze yetiştirme ihtiyacını duyma noktasına geldi.
Ekolojik hareketin “Küçük olan güzeldir” şiarından yola çıkarak, küçük kentler, yerleşim yerleri, küçük/mikro ekonomilere ağırlık verilmeli.
Dünya ekonomilerindeki daralmayla beraber, tüketim eksikliği ve obezitenin birlikte var olmasının olumsuz sonuçlarını yaşıyoruz.
Doğayla ilişkiyi farklı kurgulayan bir alternatif medeniyet telakkisine ihtiyacımız var.
Aristo, iyi bir şehrin ölçüsünü, bir tepeden baktığında her tarafı görülen şehir olarak tanımlıyordu. Ekonomik ve siyasi merkezileşmenin yarattığı ölçüsüz ölçek büyümesinin vahim sonuçların faturasını hep birlikte ödüyoruz.
Siyasetin “marka şehir”, “global şehir” modalarıyla işi olmamalı. Bu toprakların kadim bir kültürel tarihi ve medeniyeti var. Hong Kong ve Dubai gibi ultra modern, kitch, yani pespaye şehircilik anlayışını yarattılar, şimdi yeni tercihleri “yatay mimari” için artık alan kalmadığını da görüyorlar. Geri dönüşü olmayan bir yola girdiler. Geri dönüşü olmayan yollar, çıkmaz sokaklara artık hayatımızda yer olmamalı. Sonuçta yanlış yollar bile belki bir yere çıkıyor ama toplum gereksiz bir zaman kaybı yaşıyor ve ağır maliyet ödüyor.
Siyasi Dönüşüm ve Yurttaş Desteği
Bu kritik eşiği aşmanın yolu da siyasi dönüşümleri sağlayacak bir çerçevenin yurttaşın desteğini almasıyla mümkün.
Uzunca bir zamandır cumhurbaşkanlığı seçimleri, Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı arasında şekillenecek 50+1 sistemi ile üçüncü seçenek ihtimallerini ortadan kaldırdı. Aslında ‘parti devleti’ siyaseti karşısında duran ‘herkesi kapsama’ siyaseti üçüncü seçenekleri de içeriyor ve siyasi gettolaşmayı önlüyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde de gördük ki ikinci tura kadar ömrü olan “ne Cumhur ne Millet” gibi perakende siyasetler hep var olan iktidara yaradı. Siyasette 15 günlük taktik hedeflerle iş yürümedi.
Lafın bütünü cahile söylenir, yurttaşımız atılacak adımların sonucunu, yanlış tutumların kime yarayacağını görebilecek durumdadır. Herkes artık leb demeden leblebiyi anlıyor. Bitmiş, kapanmış konuları açmanın, filmi geriye sarmanın kimseye bir faydası olmadı. Siyasi otlakçılıkla bir yere varılamayacağını hayat her gün bize gösterdi. Parti çıkarlarının toplum yararının önüne konulmasını toplum hazmedemiyor.
Bugün bir hayat memat meselesiyle karşı karşıyayız. Diğer her tema tamamıyla tali unsur haline gelmiş vaziyette.
Önümüzdeki 2028 seçimleri de, Türkiye’nin en kritik, en tarihi seçimlerinden biri olacak yine, yeniden. Onlarca yıldır süren ve artık miladını doldurmuş bir zihniyete karşı, yeni ve tertemiz bir sayfa açmaya, yurttaşın canına, mutlu ve huzurlu yaşamına öncelik verecek, demokrasiye dönmeye, adaletin çarklarını yeniden çalıştırmaya aday yeni bir yönetim arasında bir seçim olacak yine bu seçim dönemi. Daha çok zaman var demeyin, tahmin ettiğimizden de daha hızlı karşılaşabiliriz seçimlerle, muhtemelen 2026 sonbaharı itibarıyla seçim iklimine gireriz gibi gözüküyor.
Bugün artık fevri, keyfî davranma, hırslara esir olma, tribünlere oynama özgürlüğü yok. Küskün olmak muhalif olmak anlamına gelmiyor. Gün, küskünlükleri bırakma ve birlik olma günüdür.
Siyasette merdivenleri çıkarken aşağıya bakarsanız düşebilirsiniz. Gün geriye değil, ileriye bakma günüdür. Gün anti-siyaset değil, pozitif siyaset yapma, siyaseti toplumsallaştırma günüdür.
Kimsenin siyasi mobbingiyle muhatap olmadan, kendi işimizle, yani yurttaşın gündemiyle alakadar olmalıyız. Sol, sağ fark etmiyor, fanatizmin olduğu yerde olmamalıyız, doktrinlerden değil hayattan beslenmeye bakmalıyız.
Leonardo da Vinci insanları üçe ayırıyor: Görenler, gösterildiğinde görenler ve görmeyenler. Siyasetin kapsama alanı hepsini içermeli. Hayata farklı bir gözle, perspektifle bakılabileceğini görebilmeli; yüreği, gözü ve kulaklarına perde çekilenlere bile inatla doğruları tebliğ etmeye kararlı olunmalı. Tabii ki nihayetinde takdir yurttaşlarımızın. Doğru sözün mutlaka vicdanlarda yer tutacağına, suyun kendi çatlağını bulacağına, kendi yatağına kavuşacağına inanmak gerek.
İnsan günde 2.000 defa yutkunurmuş, insan boğazı ise dokuz boğum. Her bir düşüncemizi, fikrimizi sindire sindire inşa etmeye gayret etmeliyiz ki lüzumsuz sözlerimiz lüzumsuz yutkunmalarımıza neden olmasın.
Gemileri Kurtaran Kaptan Değildir
Erdoğan, seçim dönemi boyunca “Gemisini kurtaran kaptandır, her geminin bir kaptanı olur” deyip duruyordu. Titanik gemisinin de bir kaptanı vardı ama büyük ihtimal bu özgüvenle battı. Titanik faciasını yaratan kaptana “Niye gemini terk ettin?” diye sorduklarında, “Ben güverteyi terk etmedim, ayaklarımın altından kayarak gemi beni terk etti” diyordu. Son ana kadar olan biteni anlamayan kaptanların kimseye hayrı olmuyor.
Kaptan geminin doğru yol almasını sağlar; ama gemileri kurtaran kaptan değil, bütün yolcuların dayanışmasıdır. Hele ki benden sonra tufan diyen zihniyet yapısının ülkenin geleceğini şekillendirmesine, bu ülkenin yurttaşları asla izin vermemelidir.
Bu dayanışma ihtiyacı çerçevesinde, adalet teminatı arayışı içinde olan değişik yurttaş inisiyatifi katılımcılarıyla Cumartesi günü Edirne cezaevinde sevgili Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı’yı ziyaret ettik. Her ikisini de çok iyi, umutlu, kararlı ve enerjik görmek bizi çok memnun etti ve etraflıca gündemi değerlendirme imkânı da bulduk.
Selçuk Mızraklı ile Diyarbakır Tabip Odası başkanlığı döneminde tanışmamızı anarak başlayan sohbetimiz Türkiye’nin bugünkü siyasi tıkanıklığına, ardındaki sorunlara, olması gereken sonuçlara uzandı.
Selahattin Demirtaş’la da uzun ve güzel sohbetimizde onun bunca ağır cezalara karşın, son derece gelecekten umutlu olması, ülkenin geleceğine yönelik çok derin kafa yorması, bir demokrasi programı ve modeli ekseninde çare arayışı içinde olması çok kıymetli ve arkasındaki yurttaşın sarsılmaz itimadının son derece bilincinde olması da onu çok güçlü kılıyor.
Ülkemizin bu değerli insanlarından yararlanmak yerine onları içi boş iddianamelerle dört duvar arasında adaletsizce hapiste tutmak Türkiye’nin en büyük ayıbı ve utancı.
Ortak Cumhuriyeti İnşa Etmek
Bu ülkede birincilerin cumhuriyetini yaşadık, ardından ikincilerin cumhuriyetini de gördük, şimdi artık ortak cumhuriyeti inşa etme zamanıdır.
Dünyada da biyolojik ömürlerinin sınırlarında dolaşan liderler topluluğunun varlığının hayatlarımızı belirlemesi aslında demokrasi krizinin bir parçası.
Ortadoğu gibi büyük enerji kaynaklarının dağılımı ekseninde ciddi bir kapışma var ve bu sürecin siyasi karşılıkları olacak. Ortadoğu-Avrupa ekseninde enerji aktarımının sağlanmasının Avrupa’nın Rusya’ya ihtiyacını azaltacağı gerçeği karşısında Rusya, İran gibi ülkelerin bölgede nasıl tutum alacaklarını kestirmek zor değil. Bu Demirtaş ile değerlendirdiğimiz konulardan biriydi.
Bu çerçevede ülkemizde çoğulcu bir demokratik model/anayasa konusunda mutabakat arayışlarına gidilmesi sebepsiz değil. Bunu bozmaya çalışan diğer özneler de uluslararası ‘istemezük’ cephesinin uzantısına dönüşüyor.
Amerikan radikal sağının sloganıydı, “love or leave”, ‘ya sev ya terket’in orijinali. Hayır, ülkemizi sevdiğimiz için dönüştüreceğiz ve asla memleketi faşizme, ırkçılığa, İslamofobi’ye, antisemitizme terk etmeyeceğiz.
İstediğiniz kadar bu zigzag siyasetini sürdürün, halkla inatlaşılmaz. Normalleşmenin yolu önce sizin normalleşmenizden geçiyor. Her seçimde halk kayyum siyasetini reddediyor. Mahkeme hükmünü önceden biliyormuş gibi kararlar alıyorsunuz. Meclis’te “belediyelerin gaspına izin vermeyeceğiz” diyen halkın vekillerine saldırmak da neyin nesi? 1960’ların meclisinde İşçi Partisi’nin vekillerine saldırdınız da ne oldu? Geçin bunları.
O yüzden yazının başlığının doğrusu şu: Ya Herro ya Merro’nun karşılığı olan “Ya kal ya git” sloganı doğru değil, her birlikte kalıp, hep beraber değiştireceğiz. Muhtaç olduğumuz kudret zihnimizdeki demokratik modelde mevcuttur.