Suriye’nin SDG denetimindeki kuzeydoğu bölgesinde (“Rojava”) yerel seçim düzenlenecekmiş. Bu çorabı akılsız başlarımıza zamane Arabistanlı Lawrence’ı Brett McGurk örüyormuş. Haberin duyulması üzerine kentlerimizin ana caddelerinde arabalar, dolmuşlar; karayollarında kamyonlar, yolcu otobüsleri kafa kafaya toslaşıyormuş. Erdoğan kafasında beyzbol kasketi, gözünde güneş gözlükleriyle ayar vermiş askeri tatbikat alanından. Filan.
Özetle ayık olmalıymışız. “Tezgâh vaarrr” diye haykırmalıymışız hep bir ağızdan. Hediye Levent’in konuya ilişkin Evrensel’deki yazısında hangi ayrıntıyı ararsanız, hepsi var. Doğruyu gerçekler üzerine kurmak, kurgulamak kaygısı güdenlerin okumalarını öneririm. Ben bu gelişmeden (?) hareketle terörle mücadele üzerine kendimce daha geniş açıdan ahkam keseyim istedim. Kim bilir kaçıncı kere?
Bu yazının başlığının önüne “kendi bitse, kafalarda bitmeyecek, bitmesi asla teklif dahi edilemeyecek, bitmesine izin verilmesi sözkonusu olamayacak” diye bir tamlama da eklenebilir. Daha önce yine burada “barış süreci” üzerine de yazmıştım. “Barış süreci” gibi “terörle mücadele” derken de ne anlıyoruz, ne anlamalıyız; “terör ne”, “evet mücadele ama nasıl” diye sormakla başlamalı herhalde.
Ancak bunları sormaya yeltensek, karar alıcılardan, politika yapıcılardan, strateji belirleyenlerden alacağımız çatık kaşlı, çakmak bakışlı yanıt muhtemelen “milli davadır, sus ulan!” olur. Tabii şu alışılageldik “siyaset üstü” ve “devlet aklı” garnitürüyle birlikte. Dönüp benzer biçimde kendine “demokrat” diyen muhaliflere de “barış süreci nedir?” diye hasbelkader soracak olsak, “sağcılar ahmak olur” diyen o küçümseyici bayat istihzayla karşılaşmamız olası.
Biz yine de aynanın önüne geçip, öncelik sırası göz etmeksizin soralım bakalım, aynadan ses gelecek mi?
· Kürt meselesi temel ve kronik hastalığımızın bir semptomu mu, yoksa kökeni mi?
· Demokratikleşmeyle, bir gün gerçekten demokrasi olsak cumhuriyetimizi mükemmelleştirmekle, terörle mücadele birbirlerini dışlar mı, ikisi aynı anda olmaz mı?
· Değer ve hassasiyetler nerede biter, anayasa, yasalar ve ulusal çıkarlar nerede başlar?
· Örnek olarak, Demirtaş’a 42 yıl hapis, Diyarbakır’da Kürtçe kafe işletene ev hapsi, Batman Belediye Başkanı Gülistan Sönük’ün aktardığı üzere seçim mitinginde Kürtçe müzik çalınmasın gerekçesiyle çalgılara el koymak vb. nice ceberutluk “terörle mücadele” kapsamında değerlendirilebilir mi?
· Suriye’de NATO müttefiğimiz ABD’nin askeri varlığı mı, yoksa bölgemizde nükleer güç olma eşiğine gelen ve sicili belli İran’ın (ve Rusya’nın da) askeri varlığı mı daha yakın ve gerçek tehdit olarak algılanmalı?
· Suriye ve Irak’ta İran’la mı, ABD’yle mi “komşu” olmak daha kaygılandırıcı?
· İran’a PEJAK’ın kökünün PKK olduğunu, ABD’ye de YPG/YPJ’nin PKK’nın uzantısı olduğunu neden anlatamadık da, İran PKK (ve KYB ile), ABD ise YPG/YPJ ile arayı sıcak tutuyor?
· Şam ve Bağdat, PKK’ya karşı bizimle işbirliği yapacak denli güçlü mü olsun, yoksa bu iki komşu ülkede dilediğimizce at oynatabilelim diye iki başkent de düşkün durumda mı kalsın istiyoruz?
· Sınırötesinde, komşu ülkelerin sınırlarının içinde yürütülen askeri harekatları, hele bunlar kalıcı olduklarında yani teknik/hukuksal terimiyle “işgale” dönüştüklerinde ve BM Yasası’nın 51. maddesindeki özsavunma hakkıyla gerekçelendirildiklerinde, “terörle mücadele” olarak dünyaya açıklamak ne denli ikna edici?
· Bu tür, buna benzer sınırötesi askeri müdahaleler, amaç terörle mücadeleyse, davullu zurnalı, önceden neredeyse tarih verilerek mi yapılır; yoksa sorulduğunda “ne evet ne hayır, yorum yok” (full deniability) ilkesi benimsenerek mi?
· Sınırötesi terörle mücadelede nokta atışlar, cerrahi vuruşlar, gir-çık’lar mı daha etkindir, ucu açık gir-kal yaklaşımı mı?
· Teknik ve NATO alet çantasındaki anlamıyla, onyıllardır gelişe serpile yapılagelen “terörle mücadele” (“counterterrorism) midir, yoksa “isyan bastırma” (“counterinsurgency”) mı?
· Terörle mücadelemizi dünyaya anlatamamaktan, dünyadan ve özellikle müttefiklerimizden yeterli anlayış ve destek görmediğimizden sürekli yakınırken terörün yasal tanımı üzerinde neden adayı olduğumuz AB ile bir türlü uzlaşamıyoruz?
İletişim stratejisi diplomasinin içinde ama tamamı değil. Salonda anlatıyorsunuz ama alanda yaptığınızı ve ne yapmak nereye varmak istediğinizi anlatıyorsunuz haliyle. Biz ne diyoruz, ne yapıyoruz; neyi, neyin ne kadarını içeriye; neyi neyin ne kadarını dışarıya söylüyoruz anlaşılmıyor çoğu zaman. Dış politikamız okunaksız. Öngörülebilir olmadan, güvenilir olmak zor ya da olanaksız. Savaş sanatındaki “sürpriz” unsuru, diplomasi sanatında kaçınılması gereken bir yaklaşım.
Bilgiç değil bilge muhatap olmak mı; çekinilen, ürkülen bir bölgesel güç mü; yoksa muhatap alınması güç, hani güreş minderinde nereden tutulacağı kestirilemeyen yahut boks ringindeki sol yumruklu bir rakip mi olmak istiyoruz? Zorunlu koşullarda muhatap alınmak istenince, “şimdi bu deliye nasıl laf anlatmalı, söze nereden başlanmalı” gibi düşündürten Putin Rusya’sı benzeri bir devlet olmaya mı özeniyoruz?
Vazgeçilemez takıntımız şu “stratejik özerklik” olduğu için, alacağımız örnek yine Putin Rusya’sı mı, yoksa ittifak içinde güvenilir paydaş olmak mı ilkemiz? “Hepsi aynı anda bir arada” derseniz, hiç benimseyemediğim bir deyim olmakla birlikte “öyle bir dünya yok” derim. Hem en büyükler liginin katma değer sağlayanı, hem bölgesel ligin racon kesen bıçkını olmaya yeltenmek de aynı kalemden bir diğer çelişki.
On yıllardır dünya değişir, on yılları geçelim bugün Gazze’de yaşananlar, İran’ın İsrail’e misillemesi dahil, Ukrayna’nın işgali, az daha eskide IŞİD, “olamaz” sandığımız neler oldu, bizim “terörle mücadele” dediğimiz politikalar otomatik pilotta aynen sürüyor değişmeden. Neden değişmez bu diz refleksi? Karar alan kimi mahfiller ayrıcalıklarını, iktidarlarını kaybetmesin diye mi? Sivil yöneticilerde de devlet tapıncı, körleşme, kamaşma yaygın ve derin olduğu için mi?
Bu sorular ve diğer saydıklarım, ne radikal, ne özgün, ne olağandışı düşünceler. “Out of the box” düşünmekten söz edilir ya, o bile değil. O “box” her neyse onun içinden hariciyesi, askeriyesi, istihbaratı hiç çıkmaz. Memurluğun doğasına aykırı. “Box” yerine kendi “saksımız” demeliyiz belki. Kabaca II. Mahmut’tan bu yana varkalabilmek için saksıdan çıkmak, saksıyı değiştirmek isteyenlerle; asıl yıkımın en ufak bir değişiklik yapılırsa yaşanacağını savunanlar didişir durur.
Doğrudur, ulusal güvenlik politikaları ve dış politikada ayakların Ankara’ya basması esastır, zorunludur. Ama gözlerin her daim, cehennem donsa dahi kendi göbek deliğine dikili kalması bize özgüdür. Oysa ayaklar saksıdayken gözlerin 360 derece bir anlayışla ufuk çizgisine yönelmiş olması gerekir. Bunun için son zamanlarda tutturdum “tarih şuuru”, “gelecek tasavvuru”, “yeni cumhuriyet için mega-tasarım”, “organik kimlik”, “tarihsel yönelim” diye. Yanlış ağacın altında uluyorum muhtemelen. Aradığım numaraya on yıllardır ulaşılamıyor.
Kitap da yazsan, şekil de çizsen, ekranda da anlatsan nafile. Yine de baştan almayı deneyelim kısaca. Balkan Savaşı’ndan bu yana gelen ayrılıkçılık ve çetecilik/komitacılık travmamız var. Bunun içine “millet-i hakime” gözünden bakışla “sonradan çıkan boynuz kulağı geçermiş” aşağılanması da dahil. Yani “neydik, ne olduk; düvel-i muazzamaya muhatap olan biz, şimdi nevzuhur Yunan, Sırp, Bulgar hatta Makedon ve Arnavut devletlerine ancak denk duruma mı duçar olduk?” sarsıntısı.
Çerkeslar, Abhazlar ata yurtlarından sürülüp atılmış. Osmanlı’nın ekonomik, kültürel, demografik yüreği Balkanlardan neredeyse değil basbayağı tekme tokat hem de yüzyılların ardından aylar içinde kovulmuşuz. O devirde “bizden yana kim var” diye ufku tarıyoruz, yapayalnızız. Tepemizde “Moskof”, gagasından kan damlayan akbaba gibi durmuş, bekliyor.
“Millet” diye bir icat çıkarılmış, biz Osmanlı’dan bir millet çıkaramamışız. Uluslar devletleşiyor, biz yüzlerce yıllık çok uluslu devletimizi nasıl bir rejime (hem doğrudan, hem mecazi anlamıyla) sokup, içinden bir ulus çıkarabileceğimizi bilemiyoruz, beceremiyoruz, düşünemiyoruz. Müslümanı Müslüman olmayana eşitlesek, “hepimiz Osmanlı’yız” deyip geçsek, olmuyor.
Böylece “bir daha asla” harcı cumhuriyetin temeline konuyor, ona can veriyor. Bakın yüz yılda nereden nereye gelmişiz. Gelmişiz de akıllar dikiz aynasındaki korku filminde takılı kalmış. Bugün Franco’nun ölümünün ardından “özerklikler devleti”ne dönüşen İspanya’nın parlamentosu ayrılıkçı Katalan liderler af çıkarıyor. Ulus devletin ağadayısı bizim de kuruluştaki idari modelimiz Fransa sürekli daha fazla nasıl adem-i merkeziyetçi olmanın arayışında, son olarak Paris bölgesini de parçalara ayırmayı gündemine aldı. Bize benzer badirelerden geçen Yunanistan, İtalya, Portekiz’in nerelerden nerelere geldiği belli.
Yeni cumhurbaşkanı seçilip koltuğuna oturduğunda ilk işinin özellikle ulusal güvenlik işlerinde bir bilanço talep etmek olması gerektiğini bunun için söylüyorum. Demokratikleşme ve kıt kaynakların etkin kullanımı başka türlü olamayacak zira. Sunulacak bilançoyu “amaç-tanım-kapsam”, hangi mühlette ne olacak, atılan taş ürkütülecek kuşa değiyor mu, her kuşu ürkütmek zorunlu mu, kuşu ürkütmek yeterli mi yoksa illa kuşu yok etmek mi gerekiyor vb. sorular soran bir kavrayışla, tamamen veya kısmen ibra edip etmemek de yalnızca yeni cumhurbaşkanının ihtiyarında olmalı. Yeni cumhurbaşkanı dilerse yeni ulusal güvenlik senaryoları talep etmeli, hangisini beğenirse kendi döneminde onun filmini çekebilmeli.
Buna karşılık daha biz başkanlık sisteminde yeni cumhurbaşkanının partisince “adaylaştırılarak” belirlenmesinin, o adayı ilk andan “gömeceğinin” dahi ayırdına varamamış görünüyoruz. Türkiye’yi yönetmeye talip olan kişinin zamanı geldiğinde, zamanlamayı ve yöntemi de kendi belirleyerek, kendinin ortaya çıkıp “ben adayım” demesi ve bu “karar-iddia-hamle” silsilesini izlemesi benim aklım erdiği kadarıyla en doğrusu olacak. Hangi terörle, nasıl ve ne süreyle mücadele edeceğine de hayırlısıyla seçilip geldiğinde koltuğa oturduğunda yeni cumhurbaşkanı karar vermeli.