Düzene muhalefet mi; düzenin içinde muhalefet mi?

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in iktidarla ‘normalleşme-yumuşama’ arayışlarını yazdığım yazılarla ilk tartışmaya başlayanlardanım. Bu tartışmanın iktidar için de muhalefet için de toplum için de yararlı olduğunu düşünüyorum. İlk günden beri anlatmaya çalıştığım konu 'normalleşme’nin' kişilere hatta bir kişiye indirilmeye çalışılıyor olması. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a… Bir yandan bunun reel politik anlamda karşılığının olduğunu bilecek kadar izliyorum politikayı. Yargıdan futbola, ekonomiden güvenliğe Erdoğan’ın iki dudağının arasından çıkan bir sistem kuruldu. Ve şimdi ‘yumuşama-normalleşme’ diye tarif edilen, Erdoğan’ın ortağı Devlet Bahçeli’yi de ikna ederek adımlar atması… Örneğin kimi davalarda. İyi de bu neyi çözecek? Elbette siyasi gerekçelerle haksız yere hapiste tutulan kişilerin en kısa zamanda özgürlüğüne kavuşması önemlidir. Ancak burada ortaya çıkan sorun ‘diğerleri’nin ne olacağı ve ‘yeni operasyonların yapılmayacağının garantisinin’ nerede olduğudur? Ve tabii her şeyden önemlisi hukukun siyasetten arındırılarak kişiye -duruma- konjonktüre göre değil tarafsızca karar vermesini sağlayacak durumun oluşturulmasıdır. Normalleşenin ya da meşrulaşanın mevcut sistem haline gelmesi riski de vardır.    

Gerçek anlamda normalleşme toplumun tamamını kapsamadan ve 2018’den beri uygulanmaya çalışılan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi değişmeden olması mümkün mü? Nedir bugünkü sistemin özelliği; ‘kuvvetler birliği…’ Türkiye’nin saygın Anayasa hocalarından Kemal Gözler’in 2017’de sistem değişikliği yapılmadan ve yapıldıktan sonra yazdıkları son derece önemliydi. Şöyle demişti Gözler: 

“Kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasacılığın en temel ve en eski teorisidir. Kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde “anayasa” da olmaz. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir devlet, “anayasal devlet” değildir.”

Peki normalleşmenin ana hattının sistemin başta kuvvetler ayrılığı yeniden inşa edilmesiyle mümkün olabileceği ortadayken bunun yolu açık mı? MHP lideri Devlet Bahçeli’nin oluşmasında büyük katkı verdiği ‘sistemin’ değişmemesi noktasındaki tavrını biliyoruz da ya Erdoğan? Çok uzağa gitmeyelim. Dünkü konuşmasına bakalım:

“Yeni hükümet sistemiyle siyasi belirsizlik ortadan kalktı. Yönetimde güven ve istikrar tesis edildi. Eski sisteme dönüş polemiğinin ülkeye ve millete herhangi bir hayrının dokunmayacağı kanaatindeyiz. Yeni anayasa meselesi de gelecek vizyonumuzun bir parçasıdır. Türkiye'yi darbe anayasasından kurtarmak bizim için milli bir görevdir. Türkiye Yüzyılı'nın kilometre taşlarından birisi anayasal demokrasimizin yeni ve sivil bir anayasayla güçlendirilmesi ve kurumsallaştırılmasıdır. Evlatlarımıza çağdaş normlara uygun, kuvvetler arasında doğru denge kuran, demokratik hukuk devletini esas alan yeni anayasa borcumuz vardır. Önümüzdeki dönemde çalışmaya devam edeceğiz. Türkiye'nin yeni anayasaya kavuşması için kuşatıcı, uzlaşmacı ve yapıcı tavrımızı son raddeye kadar muhafaza edeceğiz.”

Demek ki Erdoğan ‘yeni sistem’den memnun, değişmesini de istemiyor. Olayı Anayasa’da çözmek istiyor. İyi de mevcut ‘darbe anayasası’nda yapılan kimi değişiklikler bile (Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymama) işe geldiği zaman uygulanıyor işe gelmediği zaman uygulanmıyor. Mevcuda uymayan diyelim ‘iyisi’ yapıldı-yapılmaya çalışıldı yenisine uyacağının garantisi nerede?

İktidara devlet içindeki kimi güçlerle yaptığı iş birliği ile ‘çizgi çeken-nizam veren’ Bahçeli’ye göre zaten memlekette her şey normal:

“Halbuki Türkiye’de anormal bir şey yoktur. Kaldı ki siyaset ve yönetimde istikrarın hakim olduğu, hukukun üstünlüğü ile ilgili yasal ve anayasal hükümlerin havi bulunduğu ülkemizde normal olmayan sadece siyasi tellallar ihanet taraftarlarıdır. Yumuşamadan bahis açılıyorsa böyle bir şeye ihtiyaç hissediliyorsa önce neyin sert nelerin sertlik ihtiva ettiği açıklığa kavuşmalıdır. Elbette kutuplaşalım kavgaya tutuşalım demiyoruz, elbette tokalaşmak varken yumruklarımızı sıkalım da demiyoruz ama normalleşme ve yumuşama kelimelerinin her meselenin başına iliştirilip milli kimliğimizden egemen çıkarlarımızdan Türkiye Yüzyılı hedeflerimizden ödün isteniyorsa hiç kimse boşuna çabalamasın bizim böylesi uçuk kaçık garabet yumuşamaya karnımız toktur. Normalleşmesi milli ve ahlaki normlara uyması gereken muhalefet partileridir.”

Bahçeli ne diyor, ‘normalleşmesi gereken muhalefet’…Tabii ‘milli ve ahlaki’ normlara uyarak. Tüm bunlara bakarak bir yandan elbette liderler arasında görüşmenin önemi, toplumu rahatlatması açısından değeri var. Ancak CHP’nin bir yandan da mevcut sistemin tıkandığını göstermesi yerine başta parlamenter sistemin geri gelme yolunun açıldığı karşı teklifi, teklifleri partilerle ve kamuoyuyla paylaşması gerekir.

Bitirirken…

Araştırmacı yazar Bekir Ağırdır’ın Ankara Enstitüsü için yaptığı zihin açıcı CHP analizinde(Murat Yetkin’in yazısıyla haberim oldu) benim de bir süredir yazdığım, düşündüğüm bir bölüm var: CHP mevcut düzene mi muhalefet edecek yoksa düzenin içindeki muhalif mi olacak? CHP bir süredir yürüttüğü siyaset şeklinin, düzene muhalif olmasının karşılığını 31 Mart seçimlerinde aldı. Ağırdır’ın yazısında Konda’nın verilerine dayanarak ele aldığı bir bölüm AKP’nin uzun süre elinde tuttuğu halkla doğru iyi temas noktasının bunu oya dönüştürebilme gücünün sosyo-ekonomik tüm sınıflarda CHP lehine değişme potansiyeli olan yeri de gösteriyor:

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı demografi, istihdam ve sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, finans, rekabetçilik, yenilikçilik ve yaşam kalitesi başlıklarından oluşan 56 değişken ile sosyo-ekonomik gelişmişlik endeksi hesaplamaktadır. Buna göre Türkiye’de bulunan 973 ilçe, 6 kademeye ayrılmaktadır.  KONDA Araştırma’nın kamuoyuna açtığı Sandık Analizi Raporu’ndaki grafik ve analiz ilçelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik kademelerine göre belediye meclisi oy tercihlerini kıyaslıyor.

Bu analize göre sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyesi arttıkça CHP’nin oyu da giderek artıyor. Birinci kademe gelişmiş ilçelerde yüzde 47,5 oy oranına ulaşan CHP, 2. kademe gelişmiş ilçelerdeyse yüzde 36,5 oranında oy alıyor. CHP’nin en az oranda oy aldığı kademeyse yüzde 11,4 ile 6. kademe ilçeler oluyor.

AK Parti’nin oyu ise kademelere göre CHP’nin oy oranları kadar değişmiyor. AK Parti en düşük oyunu yüzde 31,1 ile 1. kademedeki ilçelerden alırken bunu 31,2 ile 2. kademe gelişmiş ilçeler takip ediyor. AK Parti’nin en yüksek oy aldığı kademeyse yüzde 35,9 ile 5. kademe gelişmiş ilçeler oluyor. 6. kademedeyse AK Parti yüzde 34,9 oy alıyor.

Bu sayılar CHP’nin gelir dağılımdan adaletsizliğe kimseyi ayrıştırmadan birlikte yaşam pratiğinin yaygınlaştırılmasına uygulaması, seslendirmesi gereken politikaları da gösteriyor. CHP’nin altı okunun dışında 27 Kasım 1976’daki 23. Kurultay’ında parti programına demokratik sol politikanın dayandığı altı kural “özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü, halkın kendini yönetmesi” daha getirildi.

CHP politikalarını dünden, gelenekten elbette dünyadaki son gelişmelerden de alarak gelişebilir. Mevcut düzene karşı muhalefet etmek, kendi sözünü-yeniyi söylemek önemlidir. Düzenin içindeki muhaliflik kaybettirir. Bu arada tüm bunları yaparken kendi iç bütünlüğünü koruması da gerekir. Partinin bir önceki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘delege aday gösterirse liderliği düşünebileceği’ çıkışı riskler içermektedir.