Bu hafta, pek yapmadığım türden bir yazıyla karşınıza çıkmak istedim. Aynı köşede birbirinden ayrı -elbette her şey her zaman birbiriyle ilgili elbette- birkaç başlığı ele alan küçük değinmeler yapmak, eskiden basılı gazetelerde çok sık başvurulan biçimdi. Çünkü bir hafta içinde, üzerine bir şeyler söylemek istediğim küçüklü büyüklü hadiseler oluyor ve bazılarına hiç dokunmadan geçmiş oluyorum. Ruşen ve Kadri ile yaptığımız Haftaya Bakış, zorunlu olarak majör konulara odaklanıyor ve bazı detaylar kaçıyor. Bir de söz uçuyor ama yazı kalıcı. Seçimden sonra hareketliliği bitmeyen siyasi gündemde, bu haftanın önemsediğim bazı konularına temas eden ufak bir gezinti fena olmaz. Gerçi bazı olaylar sadece bu haftanın meselesi değil, bazıları epey geriye gidiyor ama canlılığı ve tartışmaları hâlâ güncel.
Siyaset-emniyet-mafya üçgenindeki tanıdık ve galiba bazı çevrelerce kanıksanmış çürüme ve çeteleşme, duruşmaları başlayan Ayhan Bora Kaplan davası dolayısıyla gündemdeki yerini pekiştirdi. Olay ayrıntıları ortaya çıkan tuhaf bir suç dosyası, çürümeye dönük bir temizlik hamlesi veya kirli polisleri de kapsayan bir polisiye hikayeden taşıp, “darbe girişimlerine”, “bürokratik vesayete” kadar genişleyen siyasi bir içerik kazandı. Davaya konu olan ilişkiler, başından itibaren siyasi olduğu için, sızan bilgiler ve gelişen tartışmalar da siyasi bir zemine yerleşti. Ancak bu siyasi zemin, toplumsal taleple birleşen bir arınma, temizlenme sürecinden -zaten pek yaklaşmamış olsa da- hızla uzaklaşıyor. Açık ve şeffaf olmayan, olanın anlaşılmasından çok belirli bir yöne itmeye dönük çabalar, giderek daha baskın ve belirleyici hale geliyor.
Olay ilk başta, Ali Yerlikaya’nın başlattığı seri çete operasyonlarının devamı olarak değerlendirilmiş ve o çetelerle ilişkili emniyet mensuplarının ve hatta siyasilerin de tasfiyesiyle tamamlanacağı iddia edilmişti. Elbette her tartışma vesilesinin ayrılmaz parçası olarak “MHP’nin etkinliği hedefte” denmişti. Sonra yine aynı operasyon, bu kez başka siyasi çevreler tarafından kumpas olarak işaret edildi ve bu kez operasyonu yapanlara karşı gözaltı ve tutuklama dalgası geldi. Şimdi iktidar içindeki kanatların da pozisyon aldığı “bilgi” savaşları yaşanıyor. Fakat olayın toplam sonucuna bakıldığında, hadisenin -farklı taraflarca farklı yönlerde- “çok ciddi” sonuçları olacağı konusunda ısrar sürmekle birlikte, sulandırılma ve sonuçsuzluğa doğru itilme ihtimali güçlendi. (En azından duruşmalardaki görünüm böyle) Tıpkı daha önceki gürültülü “milat” davalarında yaşadığımız gibi.
2023 seçimi, sosyolojik ve siyasi ezberlerin teyidi olarak yorumlanmış, aksinin mümkün olabileceğini söyleyenler çok eleştirilmişti. CHP’nin asla değişemez oy sınırları olduğu, milliyetçilerin büyük muhalefet potansiyeline yürüdüğü gibi aceleci yorumlar, ağır moral bozukluğu zemininde kolay alıcı bulmuştu. Fakat bir sene geçtikten sonra yapılan yerel seçimlerde bambaşka bir tablo ortaya çıktı. Seçimlerin şartları (elbette bir yerel seçim olması), iktidarın dramatik hataları gibi konjonktürel faktörlere fazla vurgu yapılsa bile, “olmaz” denilenlerin aslında olabileceği hatta beklentileri aşacağı görüldü. En başta, iktidar ve özellikle AKP’deki erimenin hızlanması, diğer yandan blok geçişlerinde ve özellikle CHP oy havzasında coğrafi ve sayısal genişleme. Bunun geçici olabileceği ve ödünç kredi sayılacağı da sık sık gündeme getirildi.
Seçimden sonra yapılan araştırmaların genel ortalaması, 2024 trendinin sürdüğünü hatta ilerleme istidadını gösteriyor. “Bugün seçim olsa” anketlerinde ve siyasilerin popülarite ölçümlerinde bunu görmek mümkün. Daha bir yıl önce “yer yerinden oynasa” yüzde 25 sınırını geçemeyeceği söylenen CHP için çıta şimdiden 10 puan yukarı çıkmış. AKP ise “taş çatlasa” düşmeyeceği varsayılan alt sınır yüzde 30 bandına doğru gerilemeye devam ediyor. Milliyetçi siyasetçiler ise oy patlaması yerine parti sayısını patlatarak durumu çözmeye çalışıyor. Neticede siyasetçiler gibi seçmen eğilimlerinin de değişebilir olduğunu söylemeyi “memleketi tanımayan cahillik” saymak artık biraz daha zor. Ancak siyaseti, elitler arası bir oyun sayma alışkanlığı ise hala devam ediyor ve siyaset, sahici taban dinamikleri yerine, iktidar kanatları arasındaki çelişkiye yoğunlaşıyor.
İmamoğlu’nun Roma’ya bir grup gazeteciyi götürmesi tartışılıyor. (Bu arada araya kaynayan bir mevzu da, imza töreni konuşmasının “bazı” televizyonlarda canlı verilmesiydi.) Kamu kaynaklarının siyasi çalışma için kullanılması önemli mesele. Ancak iktidarı ve muhalifi bütün belediye başkanlarının, belediye araçlarına fotoğraflarını yapıştırması örneğinde olduğu gibi, “biz de yapalım” normalleşmesi de uzun süredir yürürlükte. Meselenin gazetecilik etiğiyle ilgili ciddi bir tarafı da var. Prensip olarak gazetecilerin haber kaynaklarıyla ve haber faaliyeti dolayısıyla, tereddüt doğuracak maddi ilişkiler kurması veya bazı ayrıcalıklar kabul etmesi sorunlu. Ulusal ve uluslararası meslek örgütlerinin ve bazı yayın kuruluşlarının bu konudaki sınırları işaret eden ve aslında gazetecileri kısıtlamaktan ziyade korumayı hedefleyen gayet net metinler var. Ancak yine biliyoruz ki, çok uzun süredir, -ağırlıklı olarak devlet görevlileri- haber olmasını istedikleri hadiselere gazeteci taşıyorlar. Açılışlar, temel atmalar ve siyasi-ticari temel ziyaretleri. Ancak bu olayı ilkesel olarak yanlış sayılması ile geziye katılan herkesin iradesini hemen teslim edeceği iddiası arasında çok da kısa olmayan bir mesafe var. Her gelişmenin linç fırsatına çevrilmesi ve savunmaların bu gürültücü saldırıyı muhatap alması, iki tarafın ortak katkısıyla tartışmayı saçmalaştırıyor.
Tartışma başladıktan sonra, -günah özgürlüğü gibi- prensipleri esnetme ölçütlerinin kişiselliği ve kişiliğine ve meslek kariyerine referans sınırında kalmayıp yapılan bazı savunmalar da çok sıkıntılı. Önce organizasyon sahiplerine değinelim: “Onlar yüz kere yapmış biz bir kere” ya da “bu sefer götürülenler bağımsız gazeteci” denmesi ve “yandaşların bunu söylemeye ne hakkı var” bahanelerini kastediyorum. Az olması bir şeyi doğru yapmaz, gazeteci sınıflamaları hep sorunludur ve yandaşların iki yüzlülüğü, benzemeye başlananı hafifletmez. Meslektaşlarımızın “paramız yok, olsa verirdik” sözüne ise “paranız olsa haber yapmak için sahiden Roma’daki bir imza törenine mi giderdiniz” diye sormaktan geri durmak zor. Çünkü hem habercilik tercihi hem paranın doğru harcanması açısından fazla saçma duruyor. En saldırgan savunma ise “Karadeniz gezisinde” Nagehan Alçı’nın gölgesinde kalan Ertuğrul Özkök’ten geldi. Uçak modellerine göre “değişim”, kabul listelerine göre “yeni dönem” tarif etmek, yine her devrin değişmezine nasip oldu. Sadece Özkök tasnifine malzeme olma riski bile çok caydırıcı. Neticeye bakılınca, götürenin de katılanın da pek de memnun kalmadığı yeni bir “hatıra” çıktı ortaya.
Bugün Cumartesi. “Benim annem Cumartesi” günü. Otuz yıla yaklaşan, üç kuşak eskiten Türkiye’nin en inatçı vicdani, hukuki, ahlaki ve siyasi itiraz hareketinin 1000. Günü. Bu ülkenin yumuşama, normalleşme barometresi haline gelen en uzun soluklu eylemin günü. Ellerinden alınıp kaybedilenlerin haberini, hesabını soranların günü. 1000. kez “Benim annem Cumartesi”. Galatasaray Meydanı’nda 1000. buluşma yapılıyor. Yakın zamana kadar tamamen keyfi kararlarla meydana sokulmayıp gözaltına alınan, tartaklanan kayıp yakınları ve buna kayıtsız kalamayanların buluşması. AKP sözcüleri gururla eyleme engel olunmayacağını açıklıyorlar ve normalleşme habercisi sayıyorlar. Devletin izin lütfetmek şöyle dursun çok ağır bir borcu var bu insanlara. Kaybedenler kadar, kaybettirenleri bulmak yerine yakınlarını arayanları suçlu gösterenlerden alınan çok ağır bir borç bu. Neyse, inat sadece kötülerin silahı değildir ve Benim annem Cumartesi.
Popülizm, kendi çarklarını bozmayacak, kayıp hanesini eklenmeyecek, gündem kontrolü sağlayacak “radikal” (toptancı) fırsatları hiç kaçırmaz. Otoriter, totaliter iktidarlar ise kökten çözüm adı altında, ilk akla geleni çare diye sunabilirler. Şimdi de “sorun çözüyorum” diyerek sokak köpeklerini öldürmeye hazırlanıyorlar. Senelerdir herhangi bir soruna dair çözüm geliştirmemiş olmanın acısını, oy hareketlerinden negatif etkisi olamayacak sahipsiz kurbanlardan çıkaracaklar. Üstelik dezavantajlı azınlıklar karşısında kaplan kesilmeye teşne, her türlü sahici derdin yerine zayıflara öfkeyi yerleştirmeye meraklı “çoğunluk” desteğini alarak. Gezegenin tek sahibi gibi davranıp ormanları, denizleri, yeşili, havayı, suyu yok etmeyi hak gören ve tehlike saydığı her şey için inkar ya da imha talep eden kalabalık suç ortaklarını memnun etmenin yolunu biliyorlar. Bu yüzden, çoğunluğun öfkesini çekecek kadar genişleyinceye ve çözüm talepleri iyice uçlaşana kadar problemlere müdahale etmezler.