Hani rivayete göre Çinlilerin bedduası varmış: İlginç zamanlarda yaşayasın. Bunun yanına aciz amadenize ait “siyaset bilimi, siyaset değildir” önermesini koyalım. Bir uzun, gelecek seçime varıncaya dek herhalde çeyrek yüzyıla uzanacak ve kendi içinde de farklı dönemlere ayrılabilecek, Erdoğan saltanatı yaşıyoruz. Kendini demokrat ya da özgürlükçü ve ilerici (dilde ağda tutkunları için “hürriyet/terakkiperver”) tanımlayanların ortak ilgi konusu bu çeyrek yüzyılın ardından varılacak Erdoğan sonrası dönem. Ve salimen Erdoğan sonrasına varabilmek.
14-28 Mayıs 2023 genel seçim sonuçları süngüleri düşürürken, hemen on ay sonra gelen 31 Mart 2024 umutları yeşertti. “Göbeğini kaşıyan bidon kafalı ayı” gibi türlü iltifata mazhar olan yurdum insanı da yine ayarını verdi; neyi isteyip, neyi benimsemediğini; neyi umursayıp, neye öncelik vermediğini bir kez daha ortaya koydu. Sağduyu, makul çoğunluk gibi kavramlar yeniden dolaşıma girdi. Seçmen muhalefete bir sermaye armağan etti. Bu sermayeyle bir girişim yapıp yapmamak, yapılacak girişimi batırıp batırmamak artık CHP’nin elinde.
Nitekim İBB Başkanı İmamoğlu da Roma’da “Millet bize müthiş bir kredi açtı. Hem de nasıl bir kredi biliyor musunuz? Sıfır faizle geri ödemesiz olan bir kredi değil. Geri ödemeli bir kredi. Ama şöyle diyor: İster batır, ister çıkar. Batırırsan sen batarsın, çıkarırsan milletle beraber sen de çıkarsın.” ifadelerini kullanmış. Siyasette hedef sosyolojik tedavi, toplumun topluca iyileşmesi değil. En dönüşümcü yönetimler sırasında toplum aynı kalabilir, aksine toplum dönüşürken yönetim yerinde sayabilir. İmamoğlu’nun bunun farkında olduğu belli.
Kampanya odaklı siyasetse meseleyi emekliler, asgari ücret, atanmayan memur adayları gibi başlıklara, potansiyel oy havuzlarına ayırıyor. Ancak işin diğer tarafında Erdoğan sonrasında yeni cumhuriyeti kurmak veya cumhuriyetimizi yeniden kurmak gibi muazzam bir ödev duruyor. Önce seçmenin yarısından fazlasının oyunu almayı becerip, işin başına geçmek kuşkusuz zorunlu. Kampanya sırasında veya şimdiden “cumhuriyeti yeniden kurmak” gibi bir iddia ortaya koymak yerinde midir, onu da bilemem. Ama insanca bir arada, birlik olarak değil uyum içinde yaşamaksa amaç, yeniden kuruluş kaçınılmaz.
Dolayısıyla, ilk paragrafa dönüyoruz: Öyle ilginç bir dönemki yaşadığımız, başa oynayan siyasetçinin, kalburüstü bir siyaset bilimcinin donanımına sahip olması gerekiyor. Ki, belki bugünden, kafasındaki tasarım doğru ve zamanlı biçimlensin, buna uygun kadroyu kurabilsin ve günü gelip dümene geçtiğinde de o kurguyu sahaya yansıtabilsin. Aynı uçurum kenarlarına tekrar sürüklenmeden, aynı hatalara düşmeden sağlam bir politik temel atılabilsin.
“Politik” dedim ama işin “mekanik” bir uzantısı da var, kesinlikle ihmal edilmemesi gereken. Zira bir vakum içinde her taş kendiliğinden doğru yere düşmeyecek. Gözyaşları ve mahcup alkışlar eşliğinde, “işte helâlleşme!” nidaları arasında düzenli bir devir-teslim yapılmayacak. Yeni cumhuriyet tasarımının ayrıntıları ile o tasarımın bürokrasi ve politikalar bakımlarından uygulaması üzerine bugünden kafa yormak gerekiyor.
Oraya varmadan türlü gerilimler yaşanması doğal. Başkanlık düzeninde cumhurbaşkanı adayı ile onu belirleyecek değil onu destekleyecek parti arasında, olası adaylar arasında da; tasarımın ayrıntılandırması ve benimsenecek politikaların belirlenmesi konularında da, anayasal çoğulcu demokrasiye geçiş için başkanlık düzeninin terk edilip parlamentarizme dönülmesinin zorunlu olup olmadığı, olacaksa bunun sekansı hakkında da gerilimler olacak ve tartışmalar yapılacak. Nelerin kararlaştırılıp, bunlardan ne kadarının kamuoyuna açıklanacağı da bir başka gerilim.
Her hal ve kârda, cumhurbaşkanı adayı “adaylaşmaz”, adaylaşma yoluyla isim belirleme yeğlenirse ilk andan “gel bakalım Muharrem Bey!” sonucu doğar. Türkiye Cumhuriyeti’ni başkan koltuğuna oturarak yönetmeye talip olacak kişi, yolunu ve yordamını yani iletişim yöntemini kendi belirleyecek biçimde, adaylığını kamuoyuna yine doğrudan kendi duyurmalıdır. Kararını açıklamalı, iddiasını ortaya koymalı, hamlesini yapmalıdır.
İş, yukarıda sözkonusu gerilimleri ortak hedefe yönelik olarak doğru yönetebilmekte. Ne galip var, ne mağlup; siyaset sıfır toplamlı oyun değil; siyaset iktidara gelmekten ibaret değil; hesaplaşma yok, helâlleşme var; devr-i sabık yaratmayacağız vb. basmakalıp, altları doldurulmaya, izaha muhtaç sloganlar kulağa hoş gelse de somut politika önerileri oluşturmuyor. Geniş düşünürsek, ta antik Yunan kent devletlerine, daha yakına gelsek Amerikan ve Fransız devrimlerine, daha kendimize dönük bakarsak II. Mahmut’tan II. Meşrutiyete, cumhuriyetin kuruluşundan bugünlere, ve nihayet iyice mikro yaklaşırsak 15 Temmuz 2016 kalkışması ve 2017’de başkanlığa geçişten günümüze varan derinlikli bir demokrasi kavrayışına ve donanıma sahip olmak gerekiyor.
Doğru, söylemde radikalleşme toplumu kutuplaşmaya götürüyor. Toplumun kutuplaştırılması da tek partiye, parti-devlete, tek adama, otoriterliğin kökleşmesine yarıyor. Buna karşılık, milliyetçiliğin (sonunda) savaş demek olduğunun da, islâmcılığın (ılımlısı dahil) demokratik cumhuriyetle bağdaşmasına olanak bulunmadığının da, modern yani tek önceliği kamu yararı ve tek sadakatı anayasaya olan bürokrasinin demokratik cumhuriyet için dekorasyon değil taşıyıcı sütunlardan olduğunun da, kuralların her yurttaş için aynı olması gerektiğinin de “ortada buluşmak” seçeneği sunmayan gerçekler olduğunun bilincine varılmalı.
Ayrıca, belki benim daha fazla ilgi alanımda olan, ulusal güvenlik politikalarının da “siyaset üstü”, “devlet aklı” gibi galat-ı meşhur etiketlerle siyasetin dışına kaçırılarak, sivilleşmesinin önlenmesi ve yeni seçilecek cumhurbaşkanının egemen yöneticiliğinin kısıtlanması da tam karşısında durulması gereken sakıncalar. Ulusal güvenlik alanında hangi sınamaların gerçek olduğunun yeniden saptanması ve varoluşsal düzeyden aşağıya yeniden önceliklendirme yapılması da gerekecek.
İlk adım, yeni cumhurbaşkanının bir bilanço talep edip, atılan taşların ürkütülen kuşlara değip değmediğini ve her kuşun ürkütülmesine gerek olup olmadığını değerlendirdikten sonra, kendine sunulan bilançoyu kısmen veya tamamen ibra veya toptan iade etmek seçimlerini yapması olmalı bence. Dikkat çektiğim, vitrine konulan üründen, sahaya yansıtılan açık oyundan çok, atölyede üzerinde çalışılan, soyunma odasında tahtaya çizilen doğası gereği içe kapanık durum. Ulusal güvenlik, dış politika gibi pazarlama değil daha çok üretim aşamasına ilişkin. Söylenenden çok yapılanla ilgili.
Basitleştirip somutlaştırarak, fikir vermesi bakımından biraz örneklendirelim:
· Milli Savunma Bakanı atanmak için Genelkurmay Başkanlığı’nın tam karine teşkil etmesi uygulamasına son verilecek mi?
· Hariciye, istihbarat, askeriye, emniyet, adalet bürokrasi kadroları çeyrek yüzyıllık tortudan nasıl arındırılacak, hasta nasıl yeniden rahat nefes alır hale gelecek?
· Kıbrıs, Suriye, Irak, Libya, Somali, Katar vb. sınırötesi ve denizaşırı askeri güç projeksiyonu serüvenlerinin sona ermesi hangi koşullar yerine geldiğinde, hangi zaman diliminde gerçekleşecektir?
· Türk Silah Kuvvetleri’nin bölgesinde mutlak caydırıcılığını ve NATO içinde etkin katkısını sürdürmek amacı doğrultusunda, F-35 programına geri dönüş ve ABD veya AB’den hava savunma sistemi tedariki için S-400’ten nasıl kurtulunacak?
· Savunma sanayisinde devlet kayırmacı değil rekabetçi ve vizyoner politikalar benimseyecek mi?
· İstihbarata Karşı Koyma (İKK-kontrespiyonaj) alanında Rusya’nın, enerji de dahil ulusal güvenlik politikalarına etkisi ve siyasal süreçlere dahli, medya ve siber boyutları da içererek hangi yöntemlerle karşılanacak?
· Düzensiz göç ve sığınmacılar dosyalarının müthiş bir ulusal güvenlik sınaması olduğu kabul edilip, bu tehdidin bertarafına yönelik politikalar benimsenecek mi?
· Destek verilip, sahip çıkılan hatta Afrika’ya sevk edildikleri de rivayet olunan silâhlı cihatçı Arap oluşumlarla ilişkiler ne yöne evrilecek, nasıl yeniden düzenlenecek?
· Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bile olsa Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik dış politikanın ana hedefi olacak ve devlet yapılanması buna göre yeniden biçimlendirilecek mi?
· Aynı hedef uğrunda “Mavi Vatan”, Kıbrıs’ta iki devlet vb. iddialardan vazgeçilip, yasalarda terörün tanımı da AB mevzuatıyla uyumlu hale getirilecek mi?
· Tarihsel yönelim ve organik kimlikle barışık dış politika ve ulusal güvenlik politikaları izlenecek mi?
Yukarıdaki soru-örnekler ve ötesi, ne “bütün bunlar hep olur, biz buradayız” diyen yapmacık bir özgüvenle geçiştirmekle, ne beşuş bir çehreyle bilgiç bilgiç bakıp anlamlı biçimde göz kırpmakla, ne dudak büküp “(genç) arkadaşımız da pek safmış” küçümsemesiyle, ne göğüs yumruklayıp gözpınarlarında birikmiş yaşlarla “önce barış, hep barış” diye hayıflanmakla yanıtlanabilir. Hele “vatan mevzubahisse gerisi teferruattır” diye çatık kaş, çakmak bakışla nara atıp, bildiğini okumaya devamla hiç olmaz.
Metod ve disiplin, tarih şuuru ve gelecek tasavvuru, birikim ve deneyim, akıl ve irade olmadığı takdirde Ankara’nın gri brüt beton ağlama duvarları en halis niyetleri öğütecek, “Ankara” bunları kendine özgü sarmal burgacında yutacaktır. Böylece, cumhuriyeti demokrasiyle taçlandıracak gerçek dönüşüm bir başka bahara kalacak ve kısıtlı kaynakların çarçur edilmesine de devam olunacaktır. Yeni cumhuriyete giden yol bahsinde, ulusal güvenlik politikaları ve bürokratik yapılanması üzerine birlikte kafa yormaya, akıl yürütmeye gelecek haftalarda devam edelim.