Çok yorulduk. Umutlarımız da bedenimiz de ruhumuz da yoruldu. Dünya bir karmaşa içinde. Her gün Gazze’den gelen katliam görüntüleriyle ruhumuz, insanlığımız inciniyor. Ukrayna’da neler olduğunu haberlerde görmüyoruz artık. Afrika’da açlıktan ölen çocuklar, Yemen’de, Sudan’da, Somali’de iç savaşta ölenler gündemimizde yok. Afganistan’da, İran’da kadınların çektiği eziyetler de.
Ülkemizdeki yolsuzluk, yoksulluk, adaletsizlik kalıcılaşmış, yoksulluk da umutlar da mirasa dahil artık. Geleceğe dair tüm anlatılar felaket kehanetlerinden oluşuyor. Yapay zekanın üreteceği fırsatları değil yapay zekanın hayatımızı ele geçirip geçiremeyeceğini konuşuyoruz.
Sözde bireyselleşiyor, bireysel hayatlarımıza hapsolarak bu dertlerden ırak kalabileceğimizi sanıyoruz. Küçük özel alanlara dağılmış, birbirinden ayrışmış yaşamlarda artık büyük tutkular yok. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de milyonları sokağa döken gösteriler saman alevi gibi parlayıp sönüyor ve kalıcı değişimleri tetikleme gücüne nadiren ulaşıyorlar. Üzerine aylarca konuşulacak film ya da romanlar da eksiliyor artık. Sorunlar çözümlendikleri için değil, orada hep var olageldikleri ama biz sorunlara yabancılaştığımız için gündemden düşüyorlar. Buna bireysel kaçış veya kurtuluş yollarının bulunabileceği varsayımını da eklemek lazım.
Tabii siyasetin krizini ve etkilerini de hesaba katmalıyız. Yalnızca temsili demokrasi değil siyaset de krizde tüm dünyada. Endüstri toplumu kavramları ile beslenen siyasi hareketler ve söylemler, bireylerin kendi geleceklerine ilişkin özlemleri ve arzularıyla beslenmedikleri için müşterek tutkuları ateşleyemiyorlar.
Bizim gibi arada kalmış ülkelerde durum daha da vahim. Çünkü insanlar bir yandan ağır sorunlarla boğuşurken, diğer yandan tutku ve taleplerini örgütleyecek kanallar yaratacak yol bulamıyorlar. İktidar her gün siyasi alanı daraltarak siyasetsizleşmeye zorluyor toplumu. Bu yüzden gündelik hayatta karşılaşılan sorunlara verilen cevaplar tepkisel olmaktan öte gidemiyor ve hiçbir şeye çözüm de olmuyor. Bu tepkisellikler ve çözümsüzlükler yarına ilişkin hayal kurma hevesinden yoksun, bencil, öfke dolu bireyler ve birlikte yaşama iradesi zayıflayan, hukukun üstünlüğüne inancını kaybetmiş toplumlar üretiyor.
Etki ajanlığı da ne?
Medyaya yansıdığı kadarıyla şimdi de iktidar etki ajanlığı diye bir suç tanımlamak amacındaymış. Sivil toplum ve akademik çalışmaların muğlak bir suç tanımı ile keyfi biçimde denetlenmesi ve kısıtlanması hedefleniyor. Siyasetin ve güncelin kutuplaşma ve siyasetsizleşmeye mahkumiyeti şimdi de bilimden beslenme damarları tümüyle kesilsin isteniyor.
Gündelik hayatın karmaşıklığı ve hızlı ritmi içinde, öne çıkan kültürel kimlikler, farklılaşan aidiyetler, ötekileştirmeler, kutuplaşmalar derken sade birey ülke hayatını anlamlandırmakta ve kendini konumlamakta zorlanmaya başlıyor.
Bu durumda, kendi hayat alanında hayata direnen, başarmaya çalışan, kendi hedefleri ve ihtiyaçları için tutkulu olan sade birey ülke hayatının karmaşasından endişe ve korku üretiyor. Bireysel hayatla ülke hayatının değerleri, öncelikleri ayrı yönlere doğru gelişmeye, ayrışmaya başlıyor.
Her toplum kendi gündelik derdiyle boğuşurken, devletler küresel bölüşüm kavgasına dalmışken, teknolojik sıçrama bildiğimiz tüm iş ve ilişki yöntemlerini değiştirirken bir de yerkürenin ritmi değişiyor.
Geçen hafta Oksijen’in manşeti “Korkutan Nisan” idi. Habere göre küresel sıcaklıklar nisan ayında üst üste 11’inci kez rekor kırarken, Türkiye ortalama sıcaklığın en fazla aşıldığı az sayıdaki ülkeden biri olmuştu. Bazı bilim insanlarına göre insanlık iklim kriziyle savaşı çoktan kaybetmiş de olabilirdi.
İnsanlık tarihinin kaydettiği felaket kehanetlerinden bugünkülerin bir farkı var. Geçmişteki kehanetler hep uzak geleceğe dairdi. Bugünküler bizzat bizim kuşakların maruz kalacağı, yakın geleceğin yaşanabilecek kehanetleri. O denli yakın, o denli ürpertici. Akşamları sofralarda kaç evin sohbet konusu umutlarımız emin değilim. O sebepten çocuklarımızı büyümekten korkar hale getirdik.
Umut inşa etme günü
Tüm bu karmaşa, belirsizlik, umutsuzluğa karşın şimdi yeni bir umut inşa etme günüdür. Birey olarak da ülke ve hatta insanlık olarak da yeni bir gelecek hikayesi yazma günüdür. Kehanetlere inat sözü ele geçirmek gerek.
Jeanette Winterson’un Tutku romanında Napolyon’un ordusundaki bir er, savaşa, soğuğa, açlığa, ölümlere dayanabilmek için askere giderken kalbini geride bırakır. Savaştan bittikten ve ölümden kurtulduktan sonra, normal hayata dönebilmek, yeniden aşık olabilmek için kalbini arama ve kavuşma uğraşısını anlatır roman.
Biz de bu ülkede kimliklerin ve siyasal kutuplaşmanın gönüllü esaretine girerken kalplerimizi sarıp sarmalayıp bir yerlerde bıraktık. Akıllarımızı, gözlerimizi de rehin verdik. Her şeye bizi rehin alan bu kimliklerden, kutuplaşmadan, korkulardan, paranoyalardan bakıyoruz. Galiba hepimizin yapması gereken önce kalplerimizi geri kazanmak, olan bitene kalp ve vicdan gözüyle bakmak.
Umudu inşa edebilmek için önce iyi ve kötü tanımlarında uzlaşmak gerek. Belki de ezberimizdeki iyi ve kötü tanımlarını yeniden inşa etmek, toplumca bu yeni tanımlarda uzlaşmak gerek. Çünkü sanıyoruz ki bu kavramlar hakkında toplumda ortak bir kabul var. Belki de sorun burada, birimizin iyi dediğine ötekimiz kötü diyor. Bakın, 7 yaşındaki kız çocuğunun evlendirilmesinde, doktora, öğretmene, kadına şiddette bile ortak tepki gösteremiyoruz. Çünkü bu denli açık kötülüğe karşın bazıları şu veya bu referansla, gerekçeyle bunları normal, iyi sayıyor.
Herkes iyi olmayı övüyor, sözde. Eğitim sistemi iyi insan yetiştirmeyi hedefliyor, aileler çocuklarına iyi olmayı öğretiyor, sözde. İyi olmanın karşısında, iyi halin karşısında hiç kimse kötüyü, kötü olmayı savunmuyor, sözde. Ama ötekileştirme, şiddet, keyfilik, hukuksuzluk, adaletsizlik, yoksulluk, açlık her yerde. Nasıl oluyorsa oluyor, örgütlü kötülükle karşı karşıyayız.
Ahlaki çürüme o denli sıradanlaştı ki, katiller, hırsızlar, tacizciler artık utanmıyor bile. Beyazın beyaz olduğunu bile bile siyah demenin, siyahın siyah olduğunu bile bile beyaz demenin siyasi tartışma olduğuna inandırıldık. ‘Çalıyorlar ama çalışıyorlar’ gibi veciz bir zihniyeti normalleştirdik.
Nasıl barış, huzur, başarı, mutluluk gibi kelimelerin anlamları farklı kimliklerde, toplumlarda, coğrafyalarda bile farklı ise, iyi kelimesi de öyle; içi boşaldı, anlamını kaybetti sanki. İyi olmaktan, iyi davranmaktan, iyilik yapmaktan çekinir olduk. İyi olmak naiflik, romantiklik hatta saflık, enayilik sayılıyor artık.
İyilik ve kötülük kavramları üzerinde insanlık tarihi boyunca çok sayıda tartışma, yaklaşım, teori üretilmiş. Kişilerin iyilik ve kötülük kavramlarını zihinlerinde nasıl oluşturdukları, nelerden ve nerelerden referans alarak iyilik/kötülük tanımları yaptıkları, felsefe, din bilimleri, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, hukuk gibi birçok bilim dalının konusu kuşkusuz.
Tartışma ve teorilerde iyilik/kötülük ya da iyi olmak/kötü olmak arasında geceyle gündüz gibi birbirinden farklı yaklaşımlar olduğu kadar kavramları daha geçişken kılan gri bir alan olduğunu savunan yaklaşımlar da var. Galiba yaklaşımlar ve teoriler arasındaki temel farklılık bir önkabulden besleniyor. İyilik ya da kötülük insan doğasında olan bir dürtü müdür yoksa sonradan öğrenilen bir şey midir? İnsanın doğasında da olsa, sonradan öğrenilen bir şey de olsa iyilik/kötülük ya da iyi olma/kötü olma halleri, içinde yaşanılan toplumdan, koşullardan ve zamandan bağımsız olarak tanımlanabilir mi?
KONDA’da gerçekleştirdiğimiz araştırmalardan birisi de toplumun iyi/iyilik algı ve tutumları hakkındaydı. Bulgulara göre toplum nezdinde “iyi insan” tanımı iki farklı temele oturuyor: “Hangisi en iyi insandır?” sorusuna yanıt olarak iki tanımdan birini seçmelerini istediğimizde yüzde 57 oranında “iyi insan” kavramı “erdemli biri” olarak tanımlanırken yüzde 43 oranında “inançlı, dindar biri” iyi insan olmanın en uygun tanımı olmuştu.
Toplumun yarıya yakınına göre iyi insan “dürüst”, üçte birine göre de “ahlaklı” ve “namuslu” insan demek. Elbette bu bulgu ve oranlar en az tercih edilen örneğin yardımsever, çalışkan, ilkeli gibi özellikleri toplumun önemsemediği anlamına gelmiyor; ancak “iyi insan” denildiğinde çoğunlukla akla gelen ilk özellikler “dürüst”, “ahlaklı”, “namuslu” olmak.
“Siz ne kadar iyi bir insansınız?” ve “Çevrenizdekiler sizi ne kadar iyi görüyor?” şeklinde sorulunca toplumun yüzde 62’si hem kendisini iyi biri olarak görüyor hem de çevresindekilerin kendisini iyi gördüğünü düşünüyor. Toplumda her beş kişiden dördü karşılık beklemeden tanıdığı birine, her dört kişiden üçü de tanımadığı birisine yardım etmiş. İslami şart olan zekat veya fitre verdiğini belirtenler ise yüzde 60 mertebesinde. Diğer dikkat çekici bir bulgu ise, her iki kişiden birinin dilenciye para vermesi. Gönüllü olarak bir projede yer alanlar, dernek veya vakıflara bağış yapanlar ise dörtte bir oranlarında.
Araştırmanın tüm bulgularını değerlendirdiğimizde ilginç nokta şu idi: Toplumda iyilik kavramının ana hatlarına dair bir fikir birliğinden bahsedilebilir. İnsanların çoğunun iyi / iyilik tanımlamalarında öncelik sıraları değişse de hemen hemen aynı özelliklere işaret ediyor. Ancak gündelik hayata ve etrafımıza, yaşadıklarımıza baktığımızda iyinin, iyiliğin, erdemli olmanın, dürüstlüğün, ahlaklı olmanın da örneklerinin giderek azaldığını gözlüyoruz.
Toplumun iyilik tanımı
Bugün içinde olduğumuz gündelik hayat ritmi, iyiliğin toplumsal hallerini çoğaltan koşullar yaratırken, bireyler toplumsal iyinin tanımı, kapsamı konusunda ikircikli. Bu iki boyut bir bakıma merkezkaç kuvveti gibi, bir yandan olumlu öte yandan olumsuz enerji ve güç üretiyor. Araştırma bireysel iyi olma tanımlarında, davranışlarında toplumsal mutabakat olduğunu gösterse de toplumsal iyi olma halini kısıtlayan başka araştırmalar da var elimizde.
Toplumun davranış kodlarını belirleyen en önemli karakteristiklerden birisi ahlaki ve kültürel kodları. Bu toprakların ahlaki ve kültürel kodları güçlü olsa da son elli yıldaki büyük iç göç ve gecikmiş modernleşmenin telaşı ve savrukluğu bu kodları değişime zorluyor. Gecikmiş bir modernleşme yaşayan toplum, kentleştiği, özellikle de metropolleştiği oranda ahlaki/kültürel kodlarını sürdürmekte zorlanıyor. Bu bir bakıma doğal bir süreç, ama güncel bazı gerilimler, kimliklere sıkışmalar ve kutuplaşmalar nedeniyle de ahlaki ve kültürel kodlar güncellenirken, ortak kabuller, iyi-doğru-güzel tanım setleri ayrışıyor. Ayrı değer setleriyle yaşayan cemaatler haline dönüştük bir bakıma.
İyilik/kötülük olarak tanımlanan tutum ve davranışlar, içinde yaşadığımız topluma, zamana göre belirleniyor, değişiyor, doğru. Fakat bireylerde bu mekanizmanın harekete geçmesi, çalışması için bir dürtüye ihtiyaç var. Bu dürtü, kimi zaman zihni ve ruhi gönüllülük bazen de zorunluluk. Ancak zihnin ve ruhun kendi doğasından ötürü iyi davranmaya yönelecek bir arzu ve gayret ihtiyacından söz edebiliriz. Diğer bir deyişle, kişinin önce iyilik yapma sürecini tetikleyen bir dürtü gerekiyor, sonra neyi/nasıl yapacağına dair karar verdiği zihnî süreç çalışıyor.
O dürtü merhamet, vicdan, adalet arayışı, ama onları da kaybettik belki. Aslında tek tek bireylerin merhametli, vicdanlı olması yetmiyor karşı karşıya olduğumuz meseleleri çözmeye.
O dürtüyü de sorumluluğu da tek tek bireylere veremeyiz. Bir toplumsal esenlik, toplumsal iyilik tanımına, mekanizmalarına ve düzenlemelerine ihtiyacımız var. Toplumsal esenliğin ve iyi olma halinin tek tek bireylerin iyi olma hallerinden ve iyiliklerinden oluşabileceği umudu gerçekçi değil. Bir toplumsal uzlaşıya, ortak yaşamı düzenleyecek ve bu uzlaşıdan beslenmiş kurumlara ve kurallara ihtiyacımız var. Bunun için de örgütlü çabalara, sivil topluma ve yeni bir siyaset, siyasi alan tanımına ihtiyaç var.
Bu zihni ve kavramsal genişlemenin kendi kültürel referanslarımıza yaslanan ama onları da aşan, insanlığın deneyimlerini, kazanımlarını da referans alan olması gerekiyor. Daha önemlisi yaşanılan karmaşadan çıkış için iyi olmayı ve iyiliğin bir tercih değil zorunluluk olduğunu anlamaya, içselleştirmeye ihtiyaç var.
Benim önerim her bir bireyin, farklılığın, sosyolojik ve kültürel kümenin onurlu yaşam hakkı olduğunda uzlaşmak.
Çünkü insanlık bir çağ değişimi yaşıyor, sanayi toplumundan bilgi toplumu olmaya doğru dönüşüyoruz. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş, hayatın her alanında olduğu gibi zihin haritalarını da değiştiriyor. Bugünkü hızlı, çok katmanlı, çok boyutlu, çok aktörlü hayatın esası, “belirsizlik” ve “karmaşıklık.” Aynı zamanda evrensel sorunların öne çıktığı bir zaman aralığındayız. Küresel iklim değişikliği, her toplumun çoğalan iç kutuplaşmaları ve çatışmaları, kalıcı hale gelen adaletsizlik sorunlarıyla karşı karşıyayız. Bu karmaşa haliyle gerek toplumsal gerek evrensel ortak yaşam adına mücadele etmek gerekiyor. Ortak amaca hizmet edecek yeni zihniyet (iyilik tutum ve davranışlarına yönelik), örgütlenme modelleri ve dil gerekiyor. Bu, iyilik hakkındaki tanım, tutum ve davranışların bireysel hayattan toplumsal alana taşınması halinde mümkün görünüyor.
Kısaca bireysel hayatlarımızda iyileşmeye ve ortak hayatta birbirimizi iyileştirmeye ihtiyacımız var. Bunun için de yeni bir toplumsal iyilik tanımında uzlaşmaya, kısaca her birimizin onurlu yaşam hakkını tanımaya, bunun gerektirdiği kurum ve kuralları oluşturmaya ihtiyacımız var.
Dünyaya, dünyanın Türkiye’sine yeni bir hikaye yazacaksak, kamu yönetimini ve siyaseti yalnızca ulufe dağıtır gibi yardım ve hibe politikalarına indirgeyen siyasetçilerin meseleleri bir de bu açıdan düşünmeleri temennisiyle.