31 Mart yerel seçimleri sonrası dört yıllık seçimsiz bir döneme girdik. Seçimlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin kaybetmesi ve CHP’nin, YRP’nin ve DEM’in başarısıyla sonuçlanmasıyla siyaset canlandı.
Geçen haftaki anti-demokratik ve hukuksuz 1 Mayıs yasaklamaları, Erdoğan-Özel görüşmesi, Yeni Anayasa tartışmaları, İYİ Parti’de Meral Akşener döneminin hayal kırıklığıyla bitmesi ve vicdansızlığa varan boyutlarda hayat pahalılığı sorunları, siyasetin canlı bir şekilde devam edeceğinin, siyasi alanda önemli değişimler yaşanacağının ve kartların yeniden karılacağının göstergesiydi.
Bununla birlikte bundan sonraki dönemin ana günden maddelerinden birinin, çoklu krizler yaşayan ve kritik savaşlar eşiğinde olan küreselleşen dünyamızda Türk dış politikası ve uygulaması olacağı da şüphesiz.
Coğrafi olarak küçücük Gazze’de İsrail devletinin yarattığı soykırımın ve İran-İsrail çatışmasının bölgesel ve küresel ölçekte tektonik taşları sarsması ve oyun değiştirici etkisi, dış politika alanının önemini gösteriyordu.
Yaşadığımız küreselleşen dünyada Gazze, bir taraftan Amerika ve Çin arasında Soğuk Savaş 2.0 ya da III. Dünya Savaşı riskini artırırken, diğer taraftan da başta iklim krizi olmak üzere, eşitsizlik, dışlanma, hayat pahalılığı, yoksulluk, kültür savaşları, kutuplaşma, yaşlanma ve mülteci akınları da geleceği belirsiz, güvensiz ve tehlikeli hale getiriyor.
Bu sorunlara dijitalleşmenin ve yapay zekânın ne kadar çözüm olacağı ya da aksine bu sorunları derinleştirip derinleştirmeyeceği sorusuna da hâlâ yanıt bulunabilmiş değil.
Bu sorunları daha da karmaşıklaştıran gelişme ise, II. Dünya savaşı sonrası Batı eksenli liberal düzenin bitimini, ama yeni düzenin hâlâ doğamamasını, dolayısıyla “uluslararası sistemde geçiş dönemi”ni yaşamamız. Ve altını çizerek vurgulayalım: Geçiş dönemi aynı zamanda endişenin, kaygının ötesinde savaş ve kıyamet riskinin ciddi derecede arttığı “tehlike dönemi” de.
Karanlık, belirsiz, riskli bir tehlike döneminden geçiyoruz. Bu dönem hakkında, Perspektifve Karar’da yayımlanan yazılarımda vurguladığım gibi, beş gelişmeyi biliyoruz:
Birincisi, küreselleşen dünya artık Amerika ve Batı’nın hegemon olduğu tek kutuplu bir yapıda değil, aksine tek-kutuplu olmayan, çok kutuplu ya da çok kümeli bir yapıya sahip;
İkincisi, gerek Ukrayna Savaşı, gerek Gazze, gerekse de İsrail-İran çatışması, dünya siyasetinin bir boyutunun “büyük güçler çatışması”, diğer boyutunun da orta ve gelişen Batı-dışı güçleri içeren “Küresel Güney ve bölgesel ve küresel süreçlere etkisi” olduğunu bize söylüyor.
Üçüncüsü, Küresel Güney’de yer alan Batı-dışı aktörlerin, Batı’ya ya da Çin’e yakın olmak yerine kendi dış politikalarını ve yol haritalarını belirleme kararı aldıklarını, hem bu iki güçten bağımsız hem de stratejik bir dış politika izleme tercihi yaptığını görüyoruz: Bu tercihe, “stratejik otonomi” diyoruz;
Dördüncüsü, ne olacağını bilmediğimiz ama tek kutuplu olmayacağını bildiğimiz gelecekte büyük güçler ile stratejik otonomi uygulayan ülkeler arasındaki ilişkiler, yaptıkları ittifaklar ve işbirliği, geleceğin belirlenmesinde kritik rol oynayacak bir nitelik taşıyor.
Beşincisi, bu ilişkiler içinde Küresel Güney içindeki ülkeler arasındaki ilişkileri çıkar kadar norm/değerler de belirliyor; bu da bize aktörler arası ilişkilerde işbirliği ve birlikte çalışma kadar, rekabet ve çatışmanın da mümkün olduğunu söylüyor. Hatta, benim okumam içinde ve Türkiye bağlamında (Hindistan ve Brezilya ile ilişkiler), rekabet ve çatışma bugün için işbirliği ve birlikte çalışmanın önüne geçmiş durumda.
Geçiş dönemini yaşayan bu dünyaya, “Batı-sonrası dünya” diyoruz.
Türkiye, Batı-sonrası dünyanın önemli bir aktörü, bölgesel anlamda kilit konumda, dış politikasında stratejik otonomi uyguluyor. Bununla birlikte fırsatlar kadar riskler ve meydan okumalarla da karşı karşıya; hatta, daha önceki yazılarımda vurguladığım gibi, meydan okumalar ve risklerin fırsatlardan çok daha fazla olduğu bir geçiş döneminden geçiyoruz.
Fakat aşağıda yedi maddede analiz edeceğim gibi, Türk dış politikasının stratejik otonomi uygulamasının düzeltilmesi gerekiyor, zira var olan haliyle ciddi sorunlar ve eksikler içeriyor.
Küresel Güney: Rekabet mi, İşbirliği mi?
Soğuk Savaş döneminde ve 1980’li yıllarda dünyaya “I. Dünya” (Batı), “II. Dünya” (Sovyetler egemenliğinde Doğu Avrupa) ve “III. Dünya” (Latin Amerika’dan Afrika, Ortadoğu, Güney Asya’ya uzanan coğrafyada yer alan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler) olarak ya da “Dünya (Kapitalist) Sistemi” anlayışı içinde gelişmiş/emperyalist “Merkez” ülkeler, az gelişmiş ve sömürgeleştirilmiş “Uydu” ülkeler ve Türkiye’yi de içine alan, gelişmekte olan “Yarı Uydu” ülkeler olarak bakıyorduk.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle SSCB çöküp II. Dünya ve iki kutuplu sona erince, otomatik olarak III. Dünya kavramı da geçerliliğini yitirdi. 1990’da başlayan tek kutuplu Soğuk Savaş-sonrası dünyada da hiçbir zaman düzen, barış ve istikrar sağlanamadığı gibi, çoklu krizler ve sistemin tıkanması sorunları ciddi boyut kazandı.
Son 20 yılda Çin’in ve Asya’nın yükselişiyle “Batı ve Gerisi” ya da “Batı ve Batı-dışı” kavramları gündeme gelirken, Türkiye’nin de dahil olduğu gelişmekte olan ve orta güç kategorisinde yer alan ülkelerin de giderek bölgesel ve küresel önem ve etki kazandığını gördük.
Bu ülkeler, G20, BRICS+6 ve diğer kümelenmelerle bugün ve yarının “kilit aktörleri-bölgesel-küresel güçleri” olarak hareket ettikleri gibi, ne Batı’ya ne de Çin’e bağlı kalmayı kabul ettiler. “Masada biz de varız; oyunun kurulumu ve oynanması bizsiz olmaz” dediler. Bu ülkelerin oluşturduğu yapıya “Küresel Güney” diyoruz.
Bugün küreselleşen dünyayı, daha doğrusu Batı-sonrası dünyayı, “Küresel Batı”; “Küresel Batı-dışı” ve “Küresel Güney” alanlarını/kategorilerini ve bu alanlar arası ilişkileri içeren bir dünya olarak düşünebiliriz.
Stratejik Otonomi: Evet ama Nasıl?
Batı-sonrası dünyanın daha önceki dönemlerden önemli bir farkını vurgulayalım: Batı-dışı dünyada yer alan, büyük güç kategorisinde yer almayan, bununla birlikte orta güç ya da gelişmekte olan güç konumu ve kapasitesine sahip olsa bile özellikle bölgesel, fakat küresel ölçekte de etkili olabilecek ülkelerin dış politikalarını kendilerinin belirleme ve uygulama tercihinde bulunmaları.
Batı’ya ya da yükselen güç Çin’e bağlı ya da çıpalı olmadan kendi dış politika karar ve stratejilerini alma tercihine “stratejik otonomi” diyoruz. Stratejik otonomiye benzer olarak “aktif bağlantısızlık” ya da “stratejik bağlantısızlık” kavramları kullanılsa da, stratejik otonomi kavramının siyasi, kamusal ve akademik tartışma ortamında giderek artan bir şekilde kullanıldığını görüyoruz.
Türkiye bağlamında bu noktaları vurgulamamın nedeni şu:
Birincisi, stratejik otonomi tercihi, sadece Türk dış politikasında değil, özellikle Batı-sonrası dünyanın bir özelliği olarak bu dünyanın etkili aktörleri olan Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Suudi Arabistan, Endonezya vb. ülkeler tarafından da kullanılıyor.
İkincisi, Türkiye’nin Batı-sonrası dünyada dış politikasını belirlerken yaptığı stratejik otonomi tercihi doğru bir tercih. Bu aynı zamanda stratejik otonomi tercihinin sadece iktidarın değil, muhalefetin de tercihi olması gerektiği anlamına geliyor. Muhalefetin dış politikaya yaklaşımında stratejik otonomi ve uygulaması üzerine eğilmesi doğru karar olacaktır.
Üçüncüsü, dünya örneklerine karşılaştırmalı olarak baktığımız zaman, Türkiye örneğinden farklı olarak, dış politikada stratejik otonomi tercihinin ülke içinde rekabetçi otoriterlik ya da rejim güvenliği ile direkt bağlantılı olmadığını görüyoruz. Stratejik otonomi uygulayan, örneğin Hindistan, Brezilya, Güney Afrika’da, ülke içinde farklı derecelerde rekabetçi otoriterlik yönetimde belirleyici olsa da, stratejik otonomi tercihi içerideki rejim güvenliği ile bağlantılı uygulamaya sokulmuyor.
Türkiye örneğindeyse, dışarıda stratejik otonomi, içeride rejim güvenliği bağlantısı çok fazla. İç politika, dış politika söylem ve tavrında çok etkili olabiliyor, bu da dış politikada etki kaybına, tutarsızlıklara ve güven sorununa yol açabiliyor (örneğin yerel seçim yenilgisinden sonra İsrail ile ilişkilerde yapılan ciddi u-dönüşü).
Dördüncüsü, stratejik otonomi, ülke içi rekabetçi otoriterliğin ya da rejim güvenliğinin bir sonucu değil, özünde, dış politika belirlenmesinde stratejik bir tercih. Bu da bölgesel ve küresel gelişmelerin, ülkenin güç ve insan kapasitesinin ve sermayesinin doğru okunmasının ve doğru/yerinde stratejik kararların alınmasının önemini ortaya çıkarıyor.
Bu bağlamda temel soruların başında, stratejik otonominin ne kadar stratejik olduğu, alınan kararların ne kadar ideolojik değil stratejik alındığı sorusunu gündeme getiriyor.
Türkiye’nin, Ukrayna Savaşı boyunca konumu ile Gazze meselesindeki konumu arasındaki fark, buna karşın Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Suudi Arabistan’ın dış politika manevraları göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye bu ülkeler içinde stratejik otonomisi en az stratejik olan aktör konumunda.
Beşincisi, Türkiye örneğinde gördüğümüz dış politikada stratejik otonomi tercihi ile “al-ver ilişkisi” (transactionalism) uygulaması arasındaki direkt ve güçlü bağlantının, diğer ülke örneklerinde olmadığını görüyoruz. Stratejik otonomi tercihi al-ver ilişkisini gerekli ve belirleyici kılmıyor; içerse bile uygulama dozu ve içeriği çok önemli.
Yine karşılaştırmalı örneklerle bakarsak, son dönemde etkili olan Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Suudi Arabistan örneklerinde al-ver ilişkisinin olmadığını ya da derecesinin düşük olduğunu görüyoruz. Buna karşı Türkiye’nin dış politikada ve özellikle Batı ile ilişkilerinde al-ver ilişkisine çok bağlı kalması kendi zararına oluyor, algısını ve itibarını olumsuz etkiliyor ve etkisini azaltıyor (örneğin, İsveç’in NATO üyeliğinin stratejik öneminin görülmemesi ve sürecin uzatılması, mültecileri ülke içinde tutma konumu, anti-Batıcı retoriğin sürekli kamusal alan ve medyada dile getirilmesi).
Altıncısı, stratejik otonomi tercihinin etkili bir tarzda uygulamaya sokulması, dış politika yapımında, dış politikanın üç boyutu olan “çevre”yi doğru okuma, “kapasite”yi iyi tanımlama ve doğru “stratejik” kararlar almayı gerekli kılıyor. Bu da ancak dış politika yapım sürecinde kurumsallaşmayı ve kapsayıcılığı öne çıkarmayla oluyor.
Hakan Fidan’ın bakan olmasıyla bu yönde belli derecede adımlar atılsa bile, hâlâ yeterli düzeyde farklı fikirlerden ve kurumlardan yararlanma olmuyor; içe kapalı ve aynı düşünen dar grup temelinde çalışma devam ediyor. Eleştiriye ve farklı fikirlere/okumalara açık olmayan stratejik otonominin strateji ve otonomi ayağında eksiklikler oluşuyor.
Yedincisi, Türkiye, stratejik otonomi uygulayan ülkeler içinde Batı, AB, NATO ile hem tarihsel hem kurumsal hem stratejik çıpası olan tek ülke. Bu anlamda, Türk dış politikasının stratejik otonomi tercihi içinde Batı çıpası, ilişkiler ne kadar durgun hatta durmuş olsa bile, “vizyon, kapasite ve strateji” ekseninde ihmal edilemeyecek bir konumda.
Stratejik otonominin küresel ve bölgesel ölçekte uygulamaya sokulmasında Batı’nın hâlâ stratejik çıpa olarak alınmasının ve oradan küreselleşmeye açılmanın doğru karar olduğunu düşünüyorum. Özellikle AB, NATO, Avrupa ve Amerika ile ilişkiler stratejik vizyon ve çıpa içinde görülürken, Batı-dışı dünya ve Küresel Güney ile ilişkiler işbirliği temelinde geliştirilmeli.
Şüphesiz ki bu yapılırken, Batı ile ilişkiler, al-ver ilişkisinin derecesi ve alanı düşük, kurallar dünyası ile esnek ittifakların beraber yaşama geçirildiği, iç siyaset ve rejim güvenliği odaklanmasının az, fakat stratejik, kapsayıcı ve kurumsal olmanın güçlü olduğu bir tarzda hayata geçirilmelidir.
Avrupa ve AB’nin Türkiye’ye ortaklık düzeyinde ve al-ver ilişkisi içinde yaklaşmasına karşı Türkiye, dış politikasında stratejik otonomi uygulamalı ama bu uygulamada Batı’yla kurumsal ve tarihsel olarak stratejik çıpası olan, buradan bölgesel ve küresel aktör olma yönünde ilerleyen bir aktör olarak hareket etmelidir.
Stratejik otonomi, hem stratejik hem de otonomi temelinde uygulamaya sokulmalıdır.
Tam da yüzyıl önce, Atatürk’ün “aktif tarafsızlık” kavramı içinde Batı ile stratejik çıpası olan ama bölgesel ve küresel vizyon sahibi olan itibarlı dış politika anlayışında olduğu gibi.
Batı-sonrası dünyada Türkiye ve Türk dış politikası değerlendirmemize devam edeceğim…