Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgali ve iki yıldır süren savaş; Hamas’ın 7 Ekim 2023’te 1.000’den fazla sivili öldürdüğü terör saldırısından sonra İsrail devletinin Gazze ve Refah’ta soykırım niteliğinde yaptığı saldırılar ve bu saldırılara başta Amerika, Almanya, İngiltere olmak üzere çoğu Batı devletinin destek vermesi… Bu gelişmeler sadece savaş durumunu uluslararası gündemin merkezine yerleştirmedi, aynı zamanda, 1945 sonrası kurulan Batı merkezli liberal dünya düzenini de bitme noktasına getirirken, demokrasi, insan hakları, aydınlanma, uluslararası kurallar ve normalar üzerine inşa edilmiş Batı ve Batı modernitesi düşüncesine de büyük zarar verdi.
Uluslararası ilişkilerde ve dünya siyasetinde “sistemsel geçiş”i yaşadığımız bir döneme de girmiş olduk. Savaş ve sistemsel geçiş durumlarını birlikte yaşıyoruz. Var olan Batı merkezli sistem, diğer bir deyişle “Eski” ölüyor; ama “Yeni”nin daha doğmadığı ve nasıl şekilleneceğini tam olarak bilmediğimiz bir geçiş dönemindeyiz.
Yeni, “Batı-sonrası bir dünya” olacak. Bunu biliyoruz; ama Batı sonrası dünya nasıl şekillenecek? Elimizde veriler olmasına rağmen tam olarak bilmiyoruz.
Bu süreçte başta Amerika olmak üzere, Çin ve diğer Batı-dışı aktörler ve Türkiye’nin de içinde olduğu Küresel Güney’de yer alan aktörler kendilerini yeniden konumlama girişimindeler.
Amerikan Başkanlık seçim sürecinde son dönemde yaşananlar, aşağıda açıklayacağım gibi, bu bağlamda oluşuyor ve seçimlerin sadece Amerika değil, Batı-sonrası dünyanın şekillenmesinde de ne kadar kritik önemde olduğunu gösteriyor.
Batı Sonrası Dünya
İlk önce Batı-sonrası dünyadan neyi anlıyoruz, elimizde olan verilerle bakalım. Bu verileri aşağıda altı maddede sıralayalım:
Birincisi, küreselleşen dünya artık Amerika ve Batı’nın hegemon olduğu tek kutuplu bir yapıda değil, aksine çok kutuplu (multipolar) ya da çok kümeli (multiplex) bir yapıya sahip olacak. Amerika, Batı ve hâkim oldukları uluslararası ve bölgesel kurumlar ne olayların ve krizlerin oluşumunu engelleyebiliyor ne de çözümünü sağlayabiliyorlar. Bununla birlikte, altını çizelim, bu, Amerika’nın hâlâ sitemin en güçlü aktörü olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Dahası, Amerika ile birlikte, “Büyük Güçler” dediğimiz Avrupa devletleri ve kurumları da Batı-sonrası dünyanın önemli ve etkili aktörleri. Batı-sonrası dünya tek kutuplu olmayacak ama Batı’nın ve büyük güçlerin dünya siyasetinin ve uluslararası ilişkilerin güçlü aktörleri olduğu bir dünya olacak.
İkincisi, Çin ve Asya, Batı-dışı aktörler olarak, Yeni olanın en güçlü referans noktasını ve aktörlerini oluşturuyorlar. Batı-sonrası dünya, Amerika-Çin rekabetinin/çatışmasının belirleyici olduğu bir dünya olarak şekilleniyor. Robin Niblett, bu dünyayı, yeni çıkan önemli kitabının başlığı gibi, “Yeni Soğuk Savaş” olarak niteliyor. Amerika-Çin arasında bugün gelişen Yeni Soğuk Savaş, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika-SSCB arasında yaşanan Soğuk Savaş’tan çok daha karmaşık, çok boyutlu ve çok katmanlı bir yapıya sahip. Yaşadığımız dünyada katastrofik sonuçlar doğuracak. Savaş ve iklim krizi olmak üzere, eşitsizlik, siber güvenlik, gıda ve su güvenliği vb. riskler Yeni Soğuk Savaş’ın ve Batı-sonrası dünyanın risk alanlarını oluşturuyor.
Üçüncüsü, Küresel Güney dediğimiz alanda yer alan ve daha önce “Orta Güçler” olarak adlandırdığımız önemli ülkelerin (Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Suudi Arabistan, Türkiye, Endonezya, İspanya, Vietnam vb. ülkeler), bu yazının sonunda Türkiye özelinde de açımlayacağım gibi, Batı’ya ya da Çin’e yakın olmak yerine kendi dış politikalarını ve yol haritalarını belirleme kararı aldıklarını, hem bu iki güce bağlı olmadan hem de stratejik olarak bağımsız bir dış politika izleme tercihini yaptığını görüyoruz. Bu tercihe, “Stratejik Otonomi” diyoruz.
Gerek tek kutuplu olmayan, daha çok çok-kutuplu, daha doğrusu çok kümeli olacak dünyada Amerika ve Çin başta olmak üzere, diğer büyük güçlerin stratejik otonomi uygulayan ülkelerle nasıl bir ilişkiye girecekleri, gerekse de stratejik otonomi uygulayan Küresel Güney ülkeleri arasındaki ilişki biçimleri Batı-sonrası dünyanın önemli bir boyutunu oluşturuyor.
Bu alan üzerine çalışmaların yaygınlaştığını görüyoruz. Yöneticiliğini yaptığım İstanbul Politikalar Merkezi ve önemli uluslararası düşünce kuruluşları için, tek kutuplu olmayacak Batı-sonrası dünyada stratejik otonomi ve bu tercihi yapan ülkelerin konumu önemli bir çalışma alanı olarak görülüyor.
Dördüncüsü, hem Batı hem Batı-dışı hem de Küresel Güney içinde Yeni olarak oluşan Batı-sonrası dünyanın demokrasiden sapmış, rekabetçi otoriterliğin/popülizmin tercih edildiği, güçlü liderlerin ve otoriter yönetimlerin güçlendiği ve küresel ölçekte yaygınlaştığı bir dünya olacağını varsayabiliriz.
Demokrasi giderek küresel ölçekte zayıflıyor, var olan demokrasilere güven giderek azalıyor. Buna karşın, denge ve denetleme sevmeyen ve lidere sadakati liyakate tercih eden popülist, otoriter ya da illiberal yönetim anlayışı benimseyen liderlerin güçlendiğini görüyoruz. Otoriter liderler-otoriter yönetimler döneminin Batı-sonrası dünyanın önemli bir ortak özelliği olacağını söyleyebiliriz.
Amerikan Başkanlık Seçimleri
Bu bağlamda da, yaklaşan Amerikan Başkanlık seçimlerinin kritik önemini görmeliyiz.
Beşincisi, otoriter liderler ve otoriter yönetimler döneminin nasıl ve ne derecede gelişeceği noktasında 5 Kasım’da yapılacak Amerikan başkanlık seçimleri önemli bir dönüm noktası olacak. Eğer Trump, Amerika’da Başkanlık seçimlerini kazanırsa, güçlü liderler-otoriter yönetimler olasılığı daha da güçlenecek. Trump’ın Biden’a karşı üstünlüğü yeni ve popüler muhafazakâr ideolog J.C. Vance’i Başkan Yardımcı seçtikten sonra çok güçlenmişti. Artık, Trump’ın seçimleri kazanmasına kesin gözle bakılıyordu. Bununla birlikte, Biden ile seçimleri kaybeden Demokratlar tablosu, ilk önce Biden’ın COVID olması ve adaylıktan sağlık sorunları nedeniyle çekilmesi, ardından Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i Başkan adayı olarak göstermesiyle değişti. Harris’e hem partisinden hem de seçimine mali yardım yapanlardan çok güçlü destek gelmesi, daha da önemlisi, Harris’in kendisine beyaz Amerika’ya seslenebilecek ve Vance kadar etkili, öğretmen, orduda çalışmış, muhafazakâr yerlerde başarılı olmuş, Çin’i iyi bilen Tim Walz’ı yardımcı olarak seçmesi tüm Başkanlık seçimi oyununu değiştirdi.
Trump, yaşlı aday olarak tek kaldı, Vance’in etkisi azaldı, Walz konuşulmaya başlandı ve Demokratların ve Harris’in 5 Kasım’da seçimleri kazanma olasılığı arttı. Şimdi, en azından başa baş giden, hatta biraz Harris’in lehine bir seçim atmosferi doğdu.
Başkanlık seçimlerini Harris’in kazanmasının, sadece Amerika’ya değil, Avrupa’ya, NATO’ya, AB’ye, İngiltere, Fransa, Almanya gibi aktörlere etkisi çok fazla olacaktır. Ukrayna savaşı birincil odak olacak, içine kapanan değil, Batı-sonrası dünyada liderliğini kaybetmek istemeyen bir Amerika yaratacaktır. Ve bu, güçlü lider-otoriter yönetime karşı, güçlü lider-demokrasi görüntüsü altında sergilenecektir. Bu nedenle, Amerikan Başkanlık seçimleri, Batı-sonrası dünyanın nasıl şekilleneceği noktasında, Avrupa, NATO, AB’yi de içine alan kritik önemdedir.
Altıncısı, otoriterleşme, Amerika gibi Avrupa’da da özellikle Almanya ve Fransa örneklerinde; İtalya ve Hollanda gibi ülkelerde de aşırı sağın, yabancı ve göçmen düşmanlığının, İslam korkusu altında yürütülen ırkçı eylemlerin ve Macaristan örneğinde olduğu gibi illiberal normların desteklenmesi temelinde güçleniyor ve yaygınlaşıyor. Gazze ve Refah’ta İsrail devletinin soykırım niteliğinde yarattığı insan ve mekân trajedisine göz yummak, Batı ve Batı modernitesi düşüncesine büyük zarar veriyor.
Batı ile Batı-dışı alan arasında normlar arası farklılaşma ve çatışma, ikincinin normlarının öne çıktığı benzeşmeye doğru evriliyor. Batı değerlerinin evrensel olduğunu kabul eden anlayışın sonuna Gazze meselesiyle gelindi. Artık karşımızda, demokrasiden sapmış, farklılıkları ötekileştiren, soykırım düzeyinde uygulamalara bile destek veren “illiberal bir Avrupa” var. Avrupa, kendisini tanımlayan normlardan bir bir kopuyor. Tabii bunları söylerken Gazze meselesine farklı yaklaşan, Filistin’i devlet olarak tanıma sürecine girmiş ve İsrail ile ilişkilerini sorgulayan Batı devletleri olduğunu da unutmayalım.
Bu bağlamda, Batı-sonrası dünyanın önemli özelliklerinden biri de, otoriter yönetimlerle birlikte gelişen demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi normlardan sapma ve devlet güvenliği, ulusal kimlik, ulusal gurur, lidere sadakat gibi normların benimsemeye başlaması oldu. Batı ile Batı-dışı arasında normlar düzeyindeki farklılaşma giderek benzeşmeye dönüştü ve Batı-içi liderler tarafından benimsendi.
Güvenlik adına demokrasiden ve insan haklarından vazgeçilmesi, Batı’nın ve Batı düşüncesinin küresel düzeyde büyük bir meşruiyet krizine girmesine ve bitme noktasına gelmesine yol açıyor.
Türkiye ve Stratejik Otonomi
Güçlü lider-otoriter yönetim gibi, Batı-sonrası dünyada giderek önem kazanan bir diğer kavram da otoriterleşme ile birlikte sürdürülen stratejik otonomi kavramı ki bu kavram son dönemde Türk dış politikasının tanımlayıcı unsurlarının başında geliyor.
Türkiye dış politikası son dönemde dört unsurun birlikteliğinde hareket ediyor: (a) Batı- sonrası dünyada yaşıyoruz görüşünün kabulü; (b) bu dünyada stratejik otonomi doğru tercihtir kararı; (c) rejim güvenliği temelinde otoriter yönetim meşrudur uygulaması; (d) dış politika al-ver ilişkileri (transactional) içinde yürütülebilir düşüncesi.
Türkiye, Batı-sonrası dünyanın önemli bir aktörü, bölgesel anlamda kilit konumda, dış politikasında stratejik otonomi uyguluyor. Bununla birlikte fırsatlar kadar riskler ve meydan okumalarla da karşı karşıya. Batı-sorası dünyanın şekillenme döneminde Türkiye için meydan okumaların ve risklerin fırsatlardan çok da fazla olduğu bir geçiş döneminden geçtiğimizi görmeliyiz.
Üç tarafı sistem değiştirici savaşlarla (Ukrayna, Gazze, İsrail-İran-Azerbaycan-Ermenistan-Afganistan) çevrili Türkiye, Batı-sonrası dünyanın nasıl şekilleneceğini doğru okumalı, liyakat temelinde hareket etmeli, bilgiye dayalı, farklı görüşleri ciddiye alan ve kapsayıcı bir dış politika yapım sürecini yaşama geçirmelidir.
Dahası, sadece Türkiye değil, Küresel Güney içinde yer alan orta güç ya da gelişmekte olan güç olarak kabul edilen ülkeler Amerika ya da Çin eksenli bir politika izlemeyip kendi dış politikalarını kendileri belirleme ve o yönde hareket etme tercihinde bulunuyorlar. Batı’ya ya da yükselen güç Çin’e bağlı ya da çıpalı olmadan kendi dış politika karar ve stratejilerini alma tercihini yaparak “stratejik otonomi” uyguluyorlar. Stratejik otonominin demokrasiyi gerekli kılmadığını, otoriterleşmeyle birlikte hareket edebildiğini vurgulayalım. Bu tercihi yapan ülkelerin farklı derecelerde otoriter yönetimlere sahip olduğunu görüyoruz.
Türkiye’den farklı olarak, stratejik otonomi uygulayan, örneğin Hindistan, Brezilya, Güney Afrika’da, ülke içinde farklı derecelerde rekabetçi otoriter yönetimler olsa da, stratejik otonomi tercihi içerideki rejim güvenliği ile bağlantılı uygulamaya sokulmuyor. Türkiye örneğindeyse, dışarıda stratejik otonomi, içeride rejim güvenliği bağlantısı çok fazla. İç politika, dış politika söylem ve tavrında çok etkili olabiliyor, bu da dış politikada etki kaybına, tutarsızlıklara ve güven sorununa yol açıyor.
Türkiye’nin, Ukrayna savaşı boyunca konumu ile Gazze meselesindeki konumu arasındaki fark, buna karşın Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Suudi Arabistan’ın dış politika manevraları göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye bu ülkeler içinde stratejik otonomisi en az stratejik olan aktör konumunda. Bunun temel nedeni, dış politikada stratejik otonomi tercihinin bir taraftan rejim güvenliği ile çok bağlantılı olmasıyken, diğer taraftan da dış politikanın “al-ver ilişkisi” temelinde götürülmesi. Al-ver ilişkisinin de diğer ülke örneklerinde olmadığını görüyoruz.
Örneğin, son dönemde etkili olan Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Suudi Arabistan örneklerinde dış politika tercihlerinde rejim güvenliği ve al-ver ilişkisi yer almıyor. Buna karşın Türkiye’nin dış politikada ve özellikle Batı ile ilişkilerinde rejim güvenliği ve al-ver ilişkisine çok bağlı kalması kendi zararına oluyor, algısını ve itibarını olumsuz etkiliyor ve etkisini azaltıyor (İsveç’in NATO üyeliğinin Batı için kritik öneminin anlaşılmaması, mülteci sorununun Batı tarafından Türkiye’yle özdeşleştirilmesi, Türkiye’nin çok başarılı olarak yaptığı ve Ankara’da gerçekleştirdiği ülkelerarası esir ve casus takasından bir gün sonra Instagram’ı kapatması ve bu başarı yerine rejim güvenliği adına Instagram’ı kapatan ülke konumuna düşmesi örneklerinde olduğu gibi).
Türkiye, stratejik otonomi uygulayan ülkeler içinde, Batı, AB, NATO ile hem tarihsel hem kurumsal hem de stratejik çıpası olan tek ülke. Bu farkın önemi, Türkiye dış politika yapımcıları tarafından yeterince anlaşılmıyor. Bu anlamda, Türk dış politikasının stratejik otonomi tercihi içinde Batı çıpası, ilişkiler ne kadar durmuş olsa bile, “vizyon-kapasite ve strateji” ekseninde ihmal edilemeyecek bir önemde ve konumda. Stratejik otonominin küresel ve bölgesel ölçekte uygulamaya sokulmasında Batı’nın hâlâ stratejik çıpa olarak alınmasının ve oradan küreselleşmeye açılmanın doğru karar olduğunu düşünüyorum.
Özellikle AB, NATO, Avrupa ve Amerika ile ilişkiler stratejik vizyon ve çıpa içinde görülürken, Batı-dışı dünya ve Küresel Güney ile ilişkiler işbirliği temelinde geliştirilmeli. Bu yapılırken, Amerikan Başkanlık seçimleri çok dikkatli izlenmelidir. Şüphesiz ki Batı ile ilişkiler, al-ver ilişkisinin derecesi ve kurallar dünyası ile esnek ittifakların beraber yaşama geçirildiği, iç siyaset ve rejim güvenliği odaklanmasının az olduğu, fakat stratejik, kapsayıcı ve kurumsal olmanın güçlü olduğu bir tarzda hayata geçirilmelidir.
Avrupa ve AB’nin Türkiye’ye ortaklık düzeyinde ve al-ver ilişkisi içinde yaklaşmasına karşı Türkiye tercihini, dış politikasında stratejik otonomi üzerine yapmalı, bu tercihin uygulamaya geçmesinde Batı’yla kurumsal ve tarihsel olarak stratejik çıpasını korumalı, buradan bölgesel ve küresel aktör olma yönünde hareket etmelidir. Bu, Türkiye’yi, sadece Batı’ya ve Batı-dışına değil, Küresel Güney’e karşı da itibarlı, etkili, güvenilir bir aktör konumuna getirecek ve Batı-sonrası dünyanın etkili ve önemli bir aktörü yapacaktır.