Takıntımız “büyük ve güçlü olmak” bir dış politika vizyonu sayılır mı? Vay efendim sen ne diyorsun, deveyi pire yapmak mümkün mü? Kim istemez 85 milyon nüfuslu ve küresel haritada “kupon arsa” üzerine kurulu ülkemizin kalkınmasını, saygın, devletler arası âlemde “acaba yine ne yapacak” diye ürkülmeyen ama “acaba ne diyecek” diye başların döndüğü bir bölgesel güç olmamasını?
Bunlar doğru. Doğru olmasına doğru ama dış politika hedefler setinde, yalnızca bizim için değil tüm oyuncular için de, bir önceliklendirme yapmak zorunlu. “Stratejik özerklik” kulağa hoş gelebilir ama zincirinden kurtulup stratosfere yükselen bir meteoroloji balonu gibi bir başına buyrukluk da ne arzu edilir ne amaç olabilir. Bölgesinde adeta “züccaciye dükkanında bir fil” gibi davranmak da değil herhalde kastedilen.
Tarımsal ürünlerde dünya lideri mendil kadar ve deniz seviyesinin altında toprağıyla Hollanda “büyük” değil mi? En kuzeyinden en güneyine uzaklığı bilemedin İstanbul-Ankara arası kadar olan ve hasımlarla çevrili İsrail, kişi başına düşen 50 bin ABD dolarını aşan ulusal geliri, üç katmanlı hava savunması ve nükleer silahıyla “güçlü” değil mi? Bir nefeste sayılan onca küresel markası ve dünyaya örnek eğitim sistemiyle Kore? Tayvan gibi daimi “beka” sorunu yaşayan bir ülkeye demokrasi neden bir numara büyük gelmez? Örnekler çoğaltılabilir.
Son dönemin öne çıkan iki diplomatik gelişmesini bu gözle değerlendirmeye çalışalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yine alelusul medya histerisi ve yükseltilen beklentilerle 12 yıl aradan sonra gittiği Bağdat ve Erbil ziyaretleriyle, yıllardır kovalanıp nihayet kotarılacakken Ankara’nın talebiyle ertelenen Vaşington’da Beyaz Ev ziyaretlerinden söz ediyorum.
Gerçekleşen Irak ziyaretinde, baştan beri orta yerde durdukları halde üzerlerinde durulmak istenmeyen iki yapısal çelişki kendilerini görünür kıldı. Birincisi, Bağdat’ta Ankara’nın PKK’yla mücadelesinde işine yarayacak imkân ve kabiliyet olmadığı belliydi. Üstelik başında binbir dert olan, siyasal ve yönetsel yapısı da paramparça Irak için PKK bir öncelik de değildi. İkincisiyse, Ankara Bağdat’tan PKK ile mücadeleye “güçlü” destek vermesini beklerken, aynı zamanda 1990’ların başından bu yana Irak içinde, deyim yerindeyse, dilediği gibi at oynatması aynı Bağdat’ın zayıf kalmasına bağlıydı.
Ertelenen ABD ziyareti konusundaysa, ulusal güvenlik sözcüsü Kirby’nin soruya cevaben (ve henüz resmen onaylanmadığı için usulen) “planlanmış bir faaliyet yok” mealindeki ifadesi üzerine kimi muhalif yorumcular “yedi düvele” veya “düvel-i muazzamaya” rezil rüsva olduğumuzu iddia ettiler. Oysa Vaşington’daki karar alma süreçlerine yakın güvenilir kaynakların ifadelerine göre erteleme veya iptal sözkonusu olmadığı gibi, hazırlıklar da kendi mecrasında sürüyordu. Üstelik anlaşıldığı kadarıyla 9 Mayıs tarihini Ankara’ya öneren de ABD tarafıydı.
Öngörülemez çıkışlarına alışılan Erdoğan’ın ise herhalde Biden’in İsrail’e destek paketini imzalamasına tepki olarak şu meteliğe kurşun attığımız ortamda kendi ziyaretini kendi iptal edecek değildi. Kaldı ki Erdoğan zaten Haniye’yi debdebeyle en üst düzeyde ve bu zamanlamayla kabul etmekle yeterince tribünlere oynamıştı. Buna karşılık, “gelin kalktı, evi yıktı” deyişini çağrıştırır biçimde Erdoğan çıkışını pekiştirmeyi yeğledi: “Duam şu; Ya Rabb, Kahhar ismi şerifinle tecelli ederek başta Netanyahu olmak üzere bu siyonistleri kahru perişan eyle.”
Artık nasıl bir son anda ve hangi en üst düzeylerde bir ertelemeyse, ABD’nin Ankara Büyükelçisi bile ters ayakta yakalandı. İyi de hangi amaç hasıl olmuş oldu? “Zararın neresinden dönülse kârdır, en kârlı olansa hiç zarar verilmeden, dönmek yerine hiç gitmemektir” diye akıl yürütülmüş olacak herhalde. Ziyaret gerçekleşse belki Erdoğan, örtemediği İsrail’le ticaret ve veliahtlık mücadelesinde yok edemediği Erbakan Jr. yüzünden biriken öfkesini Vaşington’a taşıyıp, hıncını mevkidaşı Biden’den çıkaracaktı bir olasılıkla.
Bu takdirde ve bundan böyle Fidan, Kalın ve Kılıç gibi dış politika ile ulusal güvenlik dosyalarını yöneten yetkililere, aracılara, sözcülere nasıl güvenecek muhatapları? Zira bu erteleme olayı aralarından hiçbirinin ne Erdoğan’ı temsilen konuşabileceğini, ne Erdoğan üzerinde bir etkileri olduğunu tescilledi. Oysa Irak’ta, Bağdat’ın yanı sıra Erbil’e giderek dengeli bir diplomasi yürütebilen, terörle mücadele konusunda yükseltilen ama ayakları yere basmayan beklentiler dışında, petrol ve su gibi konularda akılcı bir gündeme bağlı kalabilen bir Erdoğan vardı.
Şimdi Ankara ile “iş yapmaya” yeltenenler Ankara’da Erdoğan dışında başka muhatap bulunmadığını teyiden öğrendiler. Ancak onlar için ABD’ye gitmeyen mi, Irak ziyaretindeki mi, hangi Erdoğan’la muhatap olacakları da ek bir kafa karışıklığı yaratacak. Ölçecekler, tartacaklar; eyleme ayrı, söyleme ayrı bakacaklar ve tutarlı bir dış politika bütünü göremeyecekler. Aklın izini hiç süremeyecekler.
Bize gelince, bizim tasamız “hep nasıl koyduk, nasıl geçirdik” olageldi. Hiç “ne güzel flörtleştik, nasıl cilveleştik” olmadı. “Nasıl güldük, ne eğlendik” hiç yoktu. Fikirtepe çocuğuyuz ama güzergâhımız ya Bağdat Caddesi, ya Moda olacak illa ki. Karşımızdakilere bakınca, onların da bizden beklediği sanki “Allah bizim bin belâmızı versin, aldığımız nefes haram, yerkürenin çıbanbaşı bir biz varız” diyerek dövünmemiz. Durum bu olunca da, kendine “demokratım” diyenin dahi içinden, “Erdoğan size az bile” yahut “sizin layığınız Erdoğan” demek geliyor.