Türkiye’nin ihyası mümkün mü?

Kendimi bildim bileli hep Osmanlı İmparatorluğu’nun neden dağıldığı üzerine düşünürüm. Tabii, bunun en kısa cevabı, imparatorluklar çağının sona ermesidir. Beni üzen şey I. Dünya Savaşı’nın imparatorlukları tasfiye etmesi değil, Osmanlı’nın yıkılışının Britanya İmparatorluğu’nun desteği ve takdirleriyle 100 yıl boyunca geciktirilebilmesidir. Bazı çevreler, bu çöküşün geciktirilmesinde reformların rolünü vurgularken, mahallenin popülist İslamcıları bu çöküşün sebebini batılı reformlarda bulmaktadır.

Reformlara dışarıdan bakıldığında, bugün Britanya İmparatorluğu demokrasiye en sağlam geçişi kültürel bağlamında başararak gölgesi, refahı ve insan haklarına odaklanmış bir cazibe merkezi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, Rusya’da Çar Petro’nun ve Japonya’da Meiji reformlarının hâlâ günümüze uzanan başarı hikayelerinden bahsedebiliriz.

Ne denirse denilsin, Mühendishane-i Berr-i ve Bahr-i-Hümâyun’un kurulmasından (1795 ve 1775) itibaren Tanzimat, Abdülhamit’in eğitim reformları, 1908 Anayasası ve Atatürk devrimleri, hatta Turgut Özal reformları, bugünkü Türkiye’nin Osmanlı coğrafyası, Ortadoğu veya Orta Asya ülkelerinden güvenlik, hukuk ve refah öncelikli pozitif farkını sağlayabilmiştir. Belki de bunlar sayesinde halen bu ülkenin vatandaşı olmak bir AB ülkesinin vatandaşı olmak kadar değilse bile bir Ortadoğu veya Orta Asya ülkesinin vatandaşı olmaktan daha prestijli ve güvenlidir. Bu reform ve devrimlerin devlet-bürokrasi odaklı öncelikleri, şekilde kalma tartışmaları, acelecilikleri veya özgün felsefi bir nitelik taşımamaları ise bu yazının tartışma konusu değildir.

2017 referandumundan sonra ülkemizde bazı siyasiler tarafından yeni bir “Türk tipi yerli ve milli başkanlık sistemi” olarak adlandırılan uygulama, toplumun önemli bir kesiminde, adil seçimlere rağmen, 150 yıllık reform çabalarımızın geriye götürüldüğü kaygısını hissettirmektedir. Bu uygulamanın bugünkü sonuçları olarak; siyasi aktörlerin mevcut Anayasa’yı dahi bazen dikkate almaması, sorgulanamaz bir otoriter yönetim tarzının algılanması, en radikal önlemlere rağmen ekonominin bir türlü düzelmemesi, (dünya ölçeğinde) çürüme ve yoksulluğumuzun artışı gözükmekte.

Bugün yerel seçimlerin sonuçlarına bakıldığında, çürüme ve yoksulluğa karşı bir tepki görülmektedir. Ancak, eğer bugün genel seçim yapılsaydı, aynı şeylerin seçmenler tarafından söylenmesi oldukça şüpheli. Dini hayatı önemseyen birisi olarak, Allah yolunda olduğunu iddia eden bir şeyhin, bir müridin veya bir mütedeyyinin, olmadı seküler bir milliyetçinin veya ulusalcının, çürüme veya yolsuzluk karşısında “Bunlar her yerde olur, boşver; öncelik savunma sanayi ve bütünlüğümüz. Bunları eleştiren siyasiler de ülke bütünlüğü kaygısı yok. PKK’lı görmüyor musun?” demeleri veya diyeceklerine emin olmam, şahsım için hep şaşkınlık ve araştırmanın konusu olmuştur.

Demetrius Georgiades veya yerel telaffuzla Dimitrios Yeorgiyadis, 1870’lerin başından itibaren Paris’te yaşamaya başlayan İzmirli bir Osmanlı Rum entelektüel. Kitapları ve kurduğu yayınevi dikkat çekiciydi. Paris, malum Osmanlı sürgün entelijansiya buluşma merkeziydi. Yeorgiyadis ilginç bir Helen Osmanlıcılığı savunucusuydu. Orijinal Helen dilinin resmi dillerden biri olarak kullanıldığı Fatih ve II. Bayezid’in diplomatik yazışmalarından bahsetmekteydi. O dönemlerde, malum Galata Rum cemaati kültürü ve deneyimi ile Osmanlı hariciyesini sırtlamaktaydı.

Yeorgiyadis, 1908 devriminde umutlanmıştı. Osmanlı’nın ihyası için tezlerini geliştirdi. Bu amaçla 1909’da “Türkiye’nin ihyası mümkün mü?” adı altında çalışmasını kitap olarak yayınladı. Tezi, imparatorluğun toparlanmasını Asyatik-teokratik bir kurumsal mimariden liberal bir meşruti yönetim üzerine dönüşümü üzerineydi. Dimitrios Yeorgiyadis tabii ki bir Oryantalist ve Helenistti. Buna bağlı ön yargıları oldukça güçlüydü. Kitabında bu önyargıları görebilirsiniz. Ancak Dimitrios’u okurken, bugünkü Türkiye toplumunun ve seçmeninin beka popülizmine olan teslimiyetinin tarihini okuduğunuzu hissedebilirsiniz. Sanki “geçmişler geleceğe suyun suyu benzediğinden çok benzer” İbni-Haldun tezini teyit edercesine.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasında iki temel konu vardı. Birincisi, bu kadar farklı etnik yapının Fransız İhtilali etkisinde eşitlik veya eşit vatandaşlık hakkının nasıl sağlanacağına ilişkindi. Diğeri ise, bu kadar farklı etnik yapının adalet ve refah bağlamında güvenliği de dikkate alarak merkezileşerek nasıl yönetilebileceğine ilişkindi. Mahalleli ise bu talepleri “bundan sonra gavura gavur denilmeyecek” olarak anladı. Ancak ne yazık ki ne yapılırsa yapılsın, dikiş tutturulamadı.

Yeorgiyadis’e göre, öncelikle Abdülhamit’in otoriterliğini kaldırmak için gelen Jön Türklerin, makul bir beka gerekçesiyle daha sert bir milliyetçi otoriterlik getirmeleri sadece çöküşü hızlandırmıştır. Günümüze de benzerlik olarak, her Abdülhamit ve İttihatçı iki otoriterlik biçiminde de denge ve denetleme mekanizmaları eksik veya işlevsizdi.

Dimitrios Yeorgiyadis’in kitabından bugüne ilgi uyandıracak bazı analizleri, paylaşmak istiyorum;

“Şark, bir periler diyarı gibi görünse de, kenar mahallelere gidildiğinde hayal kırıklığı yaşanabilir.”, “Çok parçalı İmparatorluk yapısına, çoğunlukla göçebe ve köylülerden oluşan halka doğrudan Avrupa parlamentarizminin genel oy sistemini uygulamak sorunlara yol açabilir. İlk aşamada temsili gruplar oluşturulmalıdır.”,”Devlet, teokratik iktidardan ayrıştırılmalı ve sekülerleştirilmelidir.”,”Türk aile sisteminde, özellikle erkek çocuklarının ilgisizliği sorun teşkil etmektedir. Bu çocuklar, sürekli olarak bey, ağa, efendi gibi isimlerle anılmaktan dolayı istediklerini yapmaya alışmışlardır. Bu durum, onların hayatta hiçbir şey öğrenmelerine gerek olmadığına inanmalarına neden olmaktadır.”,”Bu da, doğuluların kendi istek ve yetenekleriyle değişimi talep etmelerini veya başarmalarını imkânsız kılmaktadır.”

“Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu, zamanla esneklik içeren reformların Batı’ya refah getirdiğini kabul etmekle birlikte, kendilerine faydalı olmayacağını düşünmektedir. Ancak, Batı’dan gelen refahın kendi aralarındaki farkı açmasıyla, Batı’ya bağımlı hale geldiklerinin farkında değillerdir.”,”Genel olarak Türkler, fetih amacıyla örgütlenmiş toplulukların üstünlüklerini ve zayıflıklarını taşımaktadırlar. Asimilasyon becerilerine sahip değillerdir ve din kaynaklı kaderciliğin etkisinden kurtulamamışlardır.”,“Türk fatihler, Roma’nın izdüşümü merkezi bir imparatorluğu rasyonel bir şekilde inşa edememişlerdir. İmparatorluk, kölelerin, tebaanın, imtiyazlı bireylerin ve yarı derebeylerin bir bağımlılık şekliyle mozaik bir yapı olmuştur.”,“Türk halkı, her yeni fikri inatla reddeder ve yabancı olan her şeye karşı hep doğulu kibir sergiler.”,“Türkiye’de reformlar, genellikle sadece isimler ve şemalar olarak gerçekleşir.”,“Osmanlı’nın farklılıkları bir arada tutamamasının temel sebebi, medeniyet eksikliğidir.”,“Modern Hristiyanlık, bireyi ahlak ve vicdanıyla ayrı bir şekilde kabul eder. Bu da modern devletin işini kolaylaştırır. İslamcılığın eşit vatandaşlık yorumları ise bu anlamda Osmanlı reformlarını tıkamıştır.”

Yukarıdaki alıntılar, Yeorgiyadis’in “Türkiye’nin ihyası mümkün mü?” kitabından sadece birkaç örnektir. Katılsanız da katılmasanız da eğer alıntılardan bazıları benim içimi acıttığı gibi sizi de acıtıyor veya öfkelendiriyorsa, Yeorgiyadis içimizde mevcut sakladığımız veya ifade edemediğimiz bir şeylere dokunabilmiş demektir.