Türk Sağ Zihniyetine Devlet ve Mahallenin Etkisi

Ülkemizdeki otoriter rejim tartışmaları 2023 seçim sonuçları ile kendini toplumsal bir umutsuzluğa bırakmış durumdadır. Türkiye’ye özgü popülist ve otoriter karakterde olan bu rejimi Batılı akademik çevreler Sayın Erdoğan’a da izafeten “Erdoğanizm” diye isimlendirmekteler (Yılmaz, 2021: 127-8). Kurumlar ve kuralların etkisizleşip karizmatik liderin ön plana çıktığı bu rejim için arka planda geleneksel 100 yılı aşkın bir devlet aklının da olduğu ifade edilmektedir. Türk Sağı’nın da böyle bir devlet aklıyla nasıl kolay uyumlanabileceğini de bugünkü siyasetin pratikleri toplumsal rıza dahil olmak üzere değişik veçheleriyle kendini göstermektedir.

Bugünün Türkiye’sinde mevcut iktidar profiline baktığınızda Kemalist sekülerliğin, Türk-İslam sentezi milliyetçiliğinin ve siyasal İslamcılığın adeta popülist beka potası altında uzlaşabildiklerini görebilmekteyiz. Bir başka deyimle de Erdoğanizm ile artık devlet ve mahallenin birbirlerine Abdülhamit’ten sonra tekrar kavuştuğunu da ifade edebiliriz. Türk Sağı’nın Erdoğanizm ile devleti ve mahalleyi tekrar barıştırdığı söylenebilir. İronik bir bakış açısıyla bir bakıma karizmatik liderlik, Türk Sağı jargonunda kahtı-rical denilen yönetim kadrolarının gayrı-milli unsurlarca tutulmasını sonlandırılarak mahalleyi ve devleti “milletin evlatlarına” emanet etmiştir.

Tarihçe 

Türk Sağ zihniyetindeki emperyal iddia fantezisi, zihinsel arka planda, geçmişten bugüne doğru belirleyici bazı kodlara dayanmaktadır. Ancak bir devlet ideolojisi olarak şekillenmesi ise Tanzimat dönemi Jön Türk aydınlarının ‘bu devleti nasıl kurtarırız’ arayışlarından başlamaktadır. İddianın esası, kaybedilen toprakları geri alabilmek veya mefkureyi devam ettirebilmekti. Mefkure ise dünyada düzen kuruculuk esası üzerineydi. Bu amaçla tekrar devleti güçlendirebilmek gerekiyordu. Emperyal düzeni tesis edebilecek devlet, bölgesel ve küresel düzeni sağlayabilecek devlet anlamına da geliyordu. Bu düzen koyuculuk -nizâm-ı âlem ülküsü- tarihsel süreçte belki de ABD kuruluşundaki “Manifest destiny” (O’Sullivan, 1845: 5-6, 9-10), kaçınılmaz kader veya Eski Ahit’ten esinlenen Püriten Amerikalı ve İngilizlerin kolonyal dönemde kendilerine biçtikleri Teopolitik misyon “Chosen nation”, seçilmiş ulus gibi varsayımlara da dayanıyordu. Bunu Fuat Köprülü (Köprülü, 2003) “Gaza ideolojisi” ve Osman Turan “Türk Cihan Mefkuresi” (Turan, 2022) başlıklarında değişik vesileler ve şekillerde ifade de edebilmişlerdi.

Bugünün Türk Sağ zihniyetini değerlendirirken belirttiğimiz gibi tarihsel bir misyonun zorunluluğunu kader kabul eden, Tanrı tarafından seçilmiş ve insanlığın hamisi varsayımında olan yarı-seküler bir ulusun zamandaki yolculuğunun dününü, bugününü ve yarınının düş ve gerçekliğini göz önüne almamız gerekmektedir. Malum İbni-Haldun buna kavim/grup asabiyesi de demektedir. Yukarıda zikredilen Fuat Köprülü ve Osman Turan gibi tarihe geçmiş uzman akademisyenlerin çalışmaları göz önüne alındığında, buradaki seçilmişliğin üstünlükten ziyade misyon sorumluluğu içerdiğini ve bunun da büyük grubun kolektif bilincinin derinlerinde yerleştiğini varsayabiliriz. Yıllardır değişik branşlarda Avrupa takımları ile yaptığımız spor müsabakalarında ilk atılan “Avrupa, Avrupa duy sesimizi bu gelen Türk’ün gür sesi” sloganları adeta bize bu bilincin dehlizlerinde çağrışım yaptırmaktadır.

Türk-İslam sentezi sağın, İslamcı sağın veya Milliyetçi sağın devletle ve tarihle ilişkilerinin köklerinin Tanzimat aydınlanmasına dayandığını ifade etmiştik. Bunların ortak bir devlet-beka odaklı zemine oturması ise Türk Yurdu (1911) dergisinde üretilen fikirler, projeler ve toplanan kadrolarla sağlanmıştır. Balkan Savaşları bu yeni durumda belirleyici olmuştur. Bu ideolojilerin bugünkü popülist zeminde buluşmaları ise o günkü seçilmiş travmaları tetikleyen bugüne dair üretilmiş anakronik benzer kaygılardan kaynaklanmaktadır. 

Biraz geriden baktığımızda, 1699 Karlofça’yla rakipleri ile artık eşitlenerek sonrasında gerçekleşen sürekli toprak kayıpları ve yenilgiler, sadece Devleti-Ali-Osmaniye’nin yöneticilerini değil, çekirdek kurucu unsur-Hâkim Millet, Müslüman halkı da kaygılandırıyordu. Bazı Osmanlı mütefekkirleri, Bernard Lewis’in dediği gibi (Lewis, 1993: 21) adeta bugünleri anımsatırcasına gerilemenin nedenini gerçek İslam’dan uzaklaşmak nedenlerine de bağlamaktaydı. Ama işin sonunda Osmanlı bürokrasisi kendi pragmatizmleri doğrultusunda konuyu sadece askeri ve bürokratik reformlara bağlamıştı. Ordu düzeninin değişimi, kıyafetlerin değişmesi ve yüksek borçlarla yeni ateşli silahların alınması süreci başlamıştı. Abdülaziz’in bu meyanda oluşturduğu donanma, bir ara dünyanın en güçlü ilk beş gücü arasına girse de ekonomik, yönetimsel ve siyasal sebeplerle Abdülhamit döneminde sıralamada 16’ya kadar inmişti.

İşte bu koşullarda Batı tipi bürokratik reformun ve zihniyetin bizde zirvesini gören İttihat ve Terakki yönetimi, en azından İmparatorluğun şanını kaybedilmiş topraklarında tekrar var edebilmek amacıyla, donanmaya borç harç da olsa 1911-13 arası ve 1915’te teslim edilmek üzere Britanya’dan Reşadiye, Sultan Osman ve Fatih Sultan Mehmet adını verdikleri zamanının buharlı teknolojisini haiz yeni gemileri sipariş etmişti. Gemiler, çoğunluğu Donanma Cemiyeti üzerinden toplanan paralarla finanse edilmişti. Donanma Cemiyeti 1919 yılına kadar halktan bağış, kurban derisi, fitre ve zekât olarak 600 milyon lirayı geçen miktarda para toplamıştı. Cemiyetin ilk gelir kaynaklarından birisini de Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra el konulan şahsi mücevherlerinin satışından gelen 1.710.229 altın lira oluşturmuştu. Ama ne yazık ki bugünkü ABD tarafından teslim edilmeyen F-35 sorununa nazire yaparcasına ilgili gemileri İngiltere bırakın teslim etmeyi, aldığı parasını Lozan’da dahi geri ödemeyecekti. Halkın, mahallelinin sadece emekleri değil hayalleri de çalınmıştı. Bu hayal kırıklığı burada kalamayacaktı. Tutulamayan, bugünlere ertelenen Savunma Sanayii yaslarına-travmalarına bir zemin de teşkil edecekti. Bunun mahalle açısından tasvirinin, Vamık Volkan’ın da sıkça kitap ve makalelerinde büyük grubun psikolojisinde seçilmiş travma dediği¹ kavram ile açıklanması yerinde olacaktır.

Devletin reform planının bir diğer temel parçası olarak Paris, Cenevre ve Londra’ya gönderilen maaşlı, sonra muhalif olan Jön Türk aydınları ise sadece ordunun ıslahı ve silahlanmayla eski güzel günlere dönmenin o kadar kolay olamayacağını görebiliyorlardı. Bu aydınlar Batı’daki Aydınlanma Devrimi’nin bu işin temeli olduğuna ikna olmuşlardı. Genç Osmanlıların bürokrat kökenli olmaları ve geçimlerini devletten sağlamaları da ayrı bir entelektüel çelişkiyi içeriyordu.

Bu durum da bu aydınların eksik dil bilgileri ve yetersiz altyapıları ile yaşadıkları epistemik kopuşu anlamlandıramamalarının ayrı bir sebebini teşkil ediyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) de ileride nüvesini teşkil edecek bu aydınlar, deneyimlerini bir zihniyet devrimi olarak değil ancak bir bürokratik görgü devrimi olarak ülkeye taşıyabileceklerdi. Kemalist devrimlere kadar dolaylı seküler karaktere sahip bu aydınların, bir devleti ve mefkureyi toparlama ideolojisi olarak tutamayan ve hayal kırıklığı yaratan Osmanlıcılıktan sonra adeta buna da tepki olarak İslamcılık, ardından Türkçülük/Turancılık denemeleri teorik bir derinlikten ziyade tamamen bir eylem siyasetini öngörüyordu. Osmanlıcılık aslında gayrimüslim unsurlarla bir uzlaşı içinde eşit vatandaşlık ile ortak bir Osmanlı milleti yaratma çabasıydı. Ancak ironik biçimde bugünkü Türk Sağı, mahalle ve devlet politikaları ekseninde Neo-Osmanlıcılık iddiasını savunurken, aslında söz konusu Osmanlıcılığın içeride ve dışarıda emperyal kapsayıcılığını değil, 1911 Türk Yurdu referanslı popülist Türk-İslam sentezini veya Osmanlıcılığın karşı olduğu tezi savunmaktadır. 

        

O zamanki bu İslamcılık ve Turancılık ideolojileri devlet merkezliydi ve hâlâ bir Osmanlı emperyal iddiasını toparlamaya yönelikti. Kemalist devlet duyarlılıklarıyla bakıldığında, bugünkü siyasi popülist İslamcılık ve milliyetçilik, içeride adeta devlet ekseninde tartışmalı bir 3. Dünya taşra İslamcılığını ve milliyetçiliğini andırmakta. Ancak bizdeki Millî Görüş tabanlı İslamcılığın karşılığını da bugün İslam dünyasının sokaklarında yoğun bir “kurtarıcı Erdoğan” ve Türkiye sempatisiyle fark edebilmeliyiz. Bu ümmet duyarlılığı Türkiye’deki Sağ mahalle ile İslam dünyası sokaklarında aynı düzlemde ve senkronize de cereyan etmektedir. Bu ortak anti emperyalist-Batı veya anti-İsrail karşıtlığının kökenlerinde Erdoğan liderliğinin kurduğu cesur popülist özdeşim yanında Said Halim Paşa’da teorisi ve uygulaması olan Osmanlı devletinin politikalarının da mirasının izlerini bulabilmekteyiz. Kısmen benzer şekilde Kazan aydınlarının emperyal Turancılığının izlerini bizdeki taşra milliyetçiliğine karşın hâlâ ülkelerinde sindirilmeye çalışılan Orta Asya aydınları ve sokaklarında Türkiye’ye de yakınlık potansiyeli ile görebilmekteyiz. 20’nci yüzyılın başlarındaki emperyal bir mefkureyi diriltmeye çalışan devlet anlayışının 93 Harbi ve Balkan Savaşlarından başlayarak I. Dünya Savaşı koşulları içinde bir beka-varlık ideolojisine dönme emarelerini benzer şekilde belirttiğimiz 1911-14 arası Türk Yurdu dergisi faaliyetlerinde fark etmekteyiz. Son Meclis-i Mebûsan tarafından 28 Ocak 1920’de oy birliği ile kabul edilmiş ve 17 Şubat’ta kamuoyuna açıklanan Mîsâk-ı Millî veya Milli Ant, güvenli topraklara -Anadolu’ya- artık çekilip Asya topraklarına sürülme, Anadolu’dan sökülme kaygılarına karşı yurdu savunma konseptinin adıydı. Güvenli Anadolu topraklarında yeni kurulan Cumhuriyet, ülkenin güvenliği için geçmişin emperyal iddialarından vazgeçtiğinin güvencesini vermeliydi. Bunun adı Kemalizm ve yaratmaya çalıştığı sivil dindi (Bellah, 1967: 1-21). Bu sivil din dayatması doğal olarak mahalleyi incitecekti. Bu sert dayatma, doğurduğu politik koşullar ile birlikte İmparatorluğun kaybına ilişkin toplumsal yası erteletecekti.  

Mahalle

Bugün Türkiye düşünce ve politik hayatında artık Türk Sağı ve mahalle kavramının yerleştiğini müşahede edebilmekteyiz. Mahalle, taşra ve devlet ilişkileri bu bağlamda tartışılabilmektedir. Mahalleni vicdanı ve etik değerleri, aydınlar ve kendince muhalefetçe uyarılmaya çalışılmaktadır. Artık saygın politikacılar ve entelektüel kamuoyu Türk Sağı’nın dönüşümünde mahalleyi kavramsal ve uygulama olarak gündeme getirebilmekteler. 

Bizim gibi orta yaş kuşağı üstünde olanlar için mahalle çok önemli bir çocukluk ve gençliğimize ilişkin bir aidiyet duygusunu da temsil eder. Mahallenin kızı, mahalle takımı, mahallenin imamı veya mahalle kavgası gibi. 70’lerin üstü örtülü ideolojik iç savaş yıllarında dahi bugünkü kadar kutuplaşma, yabancılaşma veya ötekileştirme yoktu. O dönemde mahallenin devrimcisi mahallenin faşistini veya milliyetçisi mahallenin komünistini karşı mahalleden gelenlere dövdürmezdi. Kendim misali gençliğimde ben Koşuyoluluydum. Kadıköy’e çıktığımda artık mahalleden çıkmış oluyor, kendimi güvenlik sınırının dışında hissediyordum.

80’li yıllarla başlayan hızlı inşaat faaliyetleri metropol şehirlerde mahalle kültürünü yok etti. Mahalleden kopan insanların önemli bir bölümü cemaatler veya kimlikler üzerinden sanal üst mahallelerini kurdular ve güvenlik duygularını buralarda aradılar. Seküler beyaz yakalı orta sınıf kesimler bireysellikte özgüvenlerini geliştirdiler. Bu açıdan pek mahalle güvenliğine ihtiyaç duymadılar. Laik kesimin daha çok orta yaş üstü olanları ise sadece yaşam tarzı veya şeriat kaygısından tepkisel yarı sanal mahallelerini örgütlediler. Bunlar kitleydi. Sağın ise hücreleri her zaman mahallelerden, uzuvları ise cemaatlerden oluşuyordu.

Sağ mahallenin bir temel özelliği, bireysel ahlak ve vicdanın içeride bireylerde üst düzeyde olması ancak ötekine karşı kitlesel ahlak ve vicdanın grup kimliği ve şemsiyesinin insafına terk edilmesidir. Bu sorun bir özgüven aktarımı sorunudur da. Aile ilişkilerine kadar giden yerel bir süreçtir de. Bu açıdan Türk Sağı’nın betimlemesinde hücresel bir veri olarak mahalle ve bağlı taşra-köy dinamiğinin referans alınması önem teşkil etmektedir. Popüler manada belirli bir açıdan baktığımızda Türk Sağı mahallesi, dönüşemeyen Anadolu köylülüğünün-taşrasının kendisidir de diyebiliriz.

Bu anlamda pek çok akademik çalışma, bizim kastettiğimiz politik mahalle kavramını İngilizce karşılığı olarak district veya neighbourhood’dan ziyade “political tribe” veya “tribal instinct”, kabile/klan içgüdüsü ile tanımlamayı daha uygun görmektedir. Bu bağlamda akademik dünyada Amy Chua’nın (Chua, 2018: 14, 21, 49, 88) “belirleyici süper grup”, “kültürel grup”, “politik kabile”, “kabile içgüdüsü ve aidiyeti”, “ortak kimlik temelli grup” ve Timur Kuran’ın “toplu tutuculuk”, “tercih çarpıtma”, “yalanla yaşamak” tanımları (Kuran, 2013: 141, 177, 249) dolaylı da olsa kastettiğimiz “mahalle” kavramını açıklamakta bizlere epey ipuçları vermektedir. Tüm bunların üst çatısını ise bu üst grubun tarih yolculuğu boyunca tüm kültür kodları ve deneyimleri ile oluşturduğu, psikolog Carl Yung (1875-1961) tarafından tanımlanan “kolektif bilinçdışı” kavramını ödünç alarak tamamlamamız ilgili resmi bizler için daha anlaşılır kılacaktır.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi ülkemizde 70’li yıllar, ideolojilerin çatışmasına sahne olmuştu. Şu gün ülkemizde yaşadığımız, ideolojiler değil kimlikler üzerinden dikey düzlemde kutuplaşmadır. Bu kutuplaşmanın, gittikçe artan yabancılaştırma boyutu da vardır. Yaşam tarzı odaklı da öne çıkan bu boyut kültürel bir nitelik taşımaktadır. Kimliği, artık politik aidiyet, farklı ideolojileri de içinde barındırarak veya alarak büyük bir sanal mahalle çatısı oluşturmaktadır. Bunda yaşadığımız dijital çağın ve iletişim devriminin rolü büyük. Bilginin hızla yayılması manipülasyon ve komplo teorilerini de kolaylaştırmakta. Bu gelişme ötekini anlamaya kapalı sağ mahallenin yankı odalarını güçlendirmekte. Mahalleli kaybettiğinde yaşam alanını bulamayacağı kaygısını taşımaktadır.

Türk Sağı mahallesinde bugün semboller, gelenekler, ağabeylik ve benzerleri sadece bir partizan kimlik ile özetlenir oldu. Artık bu durum sıkça tüm ilgili mahallelerin üst kimliği haline geldi. Son yıllarda azalan sosyal sermayenin de ayrı bir göstergesidir bu durum.

Mahalle artık duygusal kutuplaşmanın ve ötekine karşı yabancılaştırmanın temel aktörü durumunda. Bu durum mahalle içinde sevgi, dışarıda nefret şeklinde tezahür etmekte. Mahalle veya grup dışına duyulan şüphe, toplumsal gruplar arası geçirgenliği ve toleransı öldürmekte. İktidarın hep sizde kalması hep kolay yönetebilmeniz anlamına gelmekte. Bu durum da mahallenin muhalefet açısından iknasını zorlaştırmakta. Eğer mahalleli entelektüel birisi iseniz sıkça kendinizi mahalleli dostları ikna etmeye çabalayan Çelebi, diğerlerini de Karagözler olarak görebilmektesiniz. Adeta mahalleye partizan kimlikleri taşıma ve ayrımcılık yapma noktasında devlet güvencesi verilmekte. Bu durum mahalle bireylerinin ötekini anlama kapasitesini zayıflatmaktadır. Mahallenin siyasetçilerinin Anayasa dahil söylevlerinde hiçbir sınıra riayet etmeme eğilimleri toplumsal sağduyuyu ürkütmekte. Bu korkutucu eğilim mahalle bireylerinin tersine kendilerini ezik hissetmelerine ve sorumluluk almamalarına yol açmaktadır.

Timur Kuran, “korkunun eşiği kavramını” kapalı gruplar için kullanmaktadır (Kuran, 2013). Bu grupların bireyleri kaybedeceklerinden kesin emin olmadıkları sürece iktidar yapılarına desteklerini terk etmiyorlar. Bu kapalı grupların bireyleri kaybedeceklerine emin olunca da bu kurama göre mevcut iktidar yapılarını terk edebiliyor ve karşı tarafa akmayı meşru görebiliyorlar. Mahalleli Abdülhamit döneminde gördüğü kararsız denge durumuyla mücehhez düzeni İTC’nin düzen kuramaması karşısında hep özledi. Bu açıdan mahalleli hiçbir zaman gönülden İTC tarafına akamadı. Bu sonuçta muhtemelen Slavlar gibi Türk üst grup kimliğinin merkezden örgütlenmeye dayalı güvenlik anlayışı da rol oynamaktadır.

Bugünün Türkiye’sinde mahalle, dünden bu yana popülist güvenlik, dinî ve etnik kimlik üzerine inşa edilmektedir. Bu da popülist beka siyasetine destek vermek veya buna karşı çıkmayı bir itikat sorunu haline getirmektedir. Sınırlanan, indirgemeci veya çarpıtılan bu gerçeklik algısı ne yazık ki mevcut İslam anlayışını da adeta bir epistemik tuzak veya düşünsel işkencenin bir parçası haline getirmektedir. 

Post-Emperyal Travma

Türk Sağ zihniyetinin oluşumunda devlet ve mahalle etkisi veya ilişkisinden bahsederken politik psikoloji penceresini açmamız gerekmektedir. Bu konuda Vamık Volkan’ın literatüre kazandırdığı, bizim de sıklıkla kullandığımız büyük grup-mahallenin psikolojisi için “seçilmiş travma”, “gerileme” veya “yas tutma” gibi kavramlara (Volkan, 2020) başvurmamız yerinde olur. 

Halit Ziya Uşaklıgil anılarında Abdülhamit’in istibdadının, Yıldız Sarayı’nın arı kovanı gibi yoğunluğundan bahsederken her haliyle bir meşrutiyet sarayı olan Sultan Reşat’ın Dolmabahçe Sarayı’nın protokol günleri haricindeki loş yalnızlığını betimler (Uşaklıgil, 2017). Ülkemizin tarihi, iktidarın mekânlarının, Meşrutiyet’ten bu yana saraydan Babıali’ye, oradan da 1918’e kadar Harbiye Nezareti’ne geçtiğine tanık olur. Cumhuriyetimizle birlikte ise iktidarın mekânları sırasıyla zamanla Çankaya, Meclis, bakanlıklar, MGK ve şimdi de Beştepe’dir. Ama belki denilebilir ki boşalıp loşlaşan eski veya taşınan yeni iktidar mekânları muhtemelen hep İmparatorluğun Yahya Kemal’in şiirlerinde sıkça geçen debdebeli günlerinin sedasını, arayışını, kayıplarını ve tutulmaya fırsat bulamadıkları yaslarını yansıtıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi, toprak, şeref kayıpları ve göçler tartışmasız bir şekilde yeni nesillere intikal edecek travmalara neden olmuştu.

Yıllar önce psikanalist Volkan ile İmparatorluğumuz sonrası travmaları ve yasları konuşmuştuk.² O söyleşide Volkan, insanların nasıl ölümler ve kayıplarda yas tutma ihtiyaçları varsa büyük gurupların-milletlerin de kayıplarda yas tutma mecburiyetinden bahsetmişti. Yas tutmak bir bakıma yeni duruma adaptasyon da demekti. Yazar, röportajımızda, özellikle ülke olarak Osmanlı’nın kaybının yasını tutmayı geciktirdiğimize dikkati çekmişti. Bu gecikmeyi Atatürk’ün liderliğine, oluşturduğu yeni Türk kimliğinin tutması için yürütülen çabalara ve II. Dünya Savaşı gibi faktörlere bağlamaktaydı. 

Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken bu yeni duruma adaptasyonda sert bir geçiş yaşandığını, bunun için bugün Anadolu’nun büyük taşra kitlesinin-mahallenin İmparatorluğun kaybına halen uyum sağlayamadığını görebilmekteyiz. Türk Tarih Kurumu’nun 1930’larda orta eğitim için bastığı kitaplar, Osmanlı’dan zihinsel bir kopuş ve inkârın bir sert geçiş olarak örnek parçalarıydı (Türk Tarih Tetkik Heyeti, 1931). Osmanlı’yı 50-60 yıl boyunca dolaylı inkârın getirdiği maliyet, devamlılık psikolojisine zarar verdi. Bugünleri yaşamayı bedel olarak bizlere bıraktı.

Volkan, Sovyetler’in dağılması ve 11 Eylül ile küresel anlamda gündeme gelen milliyetçilik ve radikal İslam’ın Osmanlı’nın ertelenen yasının içindeki bu bileşenleri tetiklediğini de ifade ediyordu. Yas tutmak bir bakıma kaybolan şeylerin canlandırılmaya çalışılmasıdır da. Belki hâlâ içimizde kaybettiğimizin farkında olmayan bir parçamız mevcuttu. Yeniye uyum sağlayabilmek için İmparatorluğun ötekilerinin torunlarıyla, milliyetçilik ve dinin uzlaşması içinde yaslarımızın birlikte tutulması gerekiyordu. Bu toplumsal özgüven ve uzlaşıyı pekiştirebilirdi. Bir devamlılık duygusunu Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı eşiğinde hepimize kazandırabilirdi. Ancak yine Volkan’ın literatüre kazandırdığı “seçilmiş zaferler” ve “seçilmiş travmalarla” popülizmi ustaca kullanabilen politika yapıcılar, ülkemizde bu yası kutuplaşmayı derinleştirmenin vesilesi haline getirdi. Kurucu unsur olan bizler, kaldıramayacağımıza inandığımız gerçeklikler karşısında radikalleşerek güya koruyucu refleksler vermekteyiz. Yükselen popülist sağı da böyle okuyabiliriz. Bu anlamda hayatta kalma stratejisini sağlıklı bir altyapı üzerine inşa edemeyen devletimiz kurumları ile de kırılganlaşma riskiyle karşılaşmakta.

Literatürde travma sonrası yasın beş aşaması geçmektedir. Bunlar inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak belirtilir. Ne yazık ki devlette ve toplumda Kürt meselesi, Ermeni tehciri ve 90’lı yılların bugünlere uzanan faili meçhulleri gibi konularda yüzleşme konusunda kaydedilen cüzi ilerlemeyi fark ettikçe hâlâ inkâr aşamasında takıldığımızı görebilmekteyiz. Türk Sağı bu durumun siyasette hep adresi oldu. Bunda yukarıda zikrettiğimiz seçilmiş travmaları manipüle eden pragmatist popülist siyasetin rolü olduğu kadar, içeride ve dışarıda maruz kaldığımız tehdit algısına karşı makul bir korunma içgüdüsünün oluşturduğu istem dışı refleksler de rol oynayabilmektedir. 

Baktığımızda toplumumuz algı olarak, son yapılan araştırmalarda Japonya dışında dünyanın ve Avrupa’nın çoğu ülkelerini tehdit olarak görmekte. Bugün gelinen noktada Osmanlı’nın, darbelerin, 70’li yılların çatışmalarının, terör ve 15 Temmuz gibi travmaların kültür, sanat ve siyaset gibi alanlarda, yaslarının ertelenmesinin, bunlarla yüzleşilmemesinin, bunların doğru olarak yeni kuşaklara aktarılmamasının da büyük rolü mevcut.

Post-emperyal travma tabiri³ son zamanlarda Ukrayna işgali sonrası Rusya’nın durumuna ilişkin olarak da kullanılmaya başlandı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının bugünlere taşınan bilinç üstü etkileri hususunda bir çalışmaya rastlanmamakta. 

Bir devletin veya bir kimliğin “beka” kaygısı fıtri bir şeydir. Hepimiz için sigortadır. Sorun bu fıtri dürtüyü çıkarlarını gizlemek için kullananlardadır. Bugün beka gerekçesiyle adalet ve hukuk anlamsızlaştırılarak sağduyu ve temel güven duygusu toplumda düşüşe geçmiştir. Yukarıda örnekleriyle ifade ettiğimiz gibi başta köpürtülen beka kaygımız veya doğru tutamadığımız yaslarımız olmak üzere İmparatorluk sonrası -post-emperyal- travmayı yoğun yaşamaktayız. Maçlardaki sloganımız gibi Avrupa’nın sesimizi duymasını beklemek yerine artık kendi acımızın sesini doğru duymamız gerekiyor. Tekrarlarsak, büyük üst grubun-mahallenin yaşadığı post-emperyal travmanın popülist sağ siyasetçiler tarafından tetiklenmesinde tutulamayan yaslar, seçilmiş zafer veya yenilgilerin mevcudiyetinin rolü büyüktür. 

Yıllar önce bir arkadaşımın Filistin cephesinde savaşan emekli subay dedesinin günlüğüne göz atmıştım. Dedesinin kabilelerle dost-düşman-ihanet ilişkileri ve uzun savaştan yıldığı belliydi. Yalnız adeta Mîsâk-ı Millî’yi tasdik edercesine, 1918’de Deylizor’a geldiğinde, günlüğüne ‘çok şükür vatan topraklarına geldik’ diye yazıyordu. Atatürk ve silah arkadaşlarının çok uzun Filistin ve Arap çölleri tecrübesi vardı. Artık yorulmuşlardı, Anadolu merkezli Mîsâk-ı Millî topraklarını güvenli yurt diye tanımlıyorlardı. Bu bağlamda “Yurtta sulh cihanda sulh” düsturu Sovyetler’in yıkılışına kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde belirleyici oldu. 

Sovyet yıkılışından sonra ise Bosna-Kosova Savaşı, Kafkasya karışıklıkları ve malum Ortadoğu sorunları, PKK tehditliyle birlikte Türkiye’nin aktif güvenlik ve ilgi alanının Osmanlı sonrası coğrafya ile tanımlanabileceğini de gösterdi. Bunun teorik çerçevesine akademik anlamda “Davutoğlu doktrini” de denebilir (Davutoğlu, 2013). Türkiye, Balkanlar’daki iç karışıklıkları ve Suriye iç savaşına kadar bölgedeki krizleri Davutoğlu’nun tanımıyla aktif ritmik diplomasiyle oldukça iyi yönetti.

Bu noktaya kadar kamuoyu için bir sorun yoktu. Araplar mülteci yerine turist gibi görülüyor, sadaka vermek yerine Halep ile ticaret yapıyordu. Tabii ki Ortadoğu çöllerinde savaşmış ve ihanete uğramış bir aristokrat seküler kuşağın torunları bu açılımı oldukça itidal ve kaygıyla da karşılıyordu. Bilindiği üzere Suriye ve Mısır’daki gelişmeler bu süreci bitirdi. Bu durumun Davutoğlu doktrininin yenilenmediğinden mi yoksa tartışılan sebeplerden mi olduğu ayrı bir uzun yazı ve yüzleşmelerin konusu. Ancak ülkenin ve dünyanın geldiği konum, kaygılı Kemalist sekülerlerin nostaljilerini adeta haklı çıkarır durumda.

Lümpen-Popülist Neo-Osmanlılık, Realist Neo-Osmanlılık, Post-Osmanlılık veya Osmanlı’yı tamamen inkâr mı ayrı tartışmaların konusu. Ekseri aydınlarımız Davutoğlu’nun tezlerini Osmanlı hayalciliği ile itham etmekte. Davutoğlu ise Belgrad-Bağdat vb. aksların güvenliğinin İstanbul’u ilgilendirdiğini ifade etmekte. Yeni bir Osmanlı’yı hayal etmekle, yaşanmış bir tarihin bugüne yansıyan gerçekleri arasındaki ince çizgi tam da anlaşılamamakta. Davutoğlu’nun son Gazze analizi ne kadar yerinde olursa olsun çoğunluk toplumsal kesim post-emperyal travmanın kaygısını iliklerine kadar hissetmekte. Ancak her ne kadar Davutoğlu siyaseten AK Parti ile yollarını ayırdıysa da Osmanlı yakın coğrafyasından bağımsız bir dar güvenlik tezi hiçbir şekilde güvenli olamaz doktrini dış politikada ağırlığını korumaktadır. Bu durum devlet-mahallenin son dönemdeki ilişkisinin, dış siyasetin mahallede belirleyiciliğinin post-emperyal travma aksında ne kadar etkin olduğunun göstergesidir.

İnsanın kendisi ve insanlık ne kadar devamlılık arz ediyorsa, yaşadığımız coğrafya ve tarihimiz de o kadar devamlılık arz etmekte. Halen Osmanlı’yı diriltmekte olduğumuzu veya Osmanlı ile alakamızın kalmadığını söylemek sadece post-emperyal travmanın henüz aşılamadığının belirtileridir. 

Post-emperyal travma 2000’lerden önce ve sonra Türk Sağ zihniyetinde özgüven açısından farklı tezahür etmiştir. Ulusalcılığı ile tanınan bir yazar sosyal medyada “Ülke son 200 yılda hiçbir şekilde bölgesinde bu kadar iddialı ve sözü geçer olmamıştı” diyor. Bu durum aslında artan savunma sanayii yatırımları ve değişen politik diskurun da bir göstergesiydi. Yükselen bir özgüven ve onur artık bu vesilelerle ivmesini buluyordu. Erdoğanizm’in toplumsalda bu kadar karşılık bulabilmesinde, bu özgüvenin üretiminin de büyük rolü vardır.

Sonuç

Türkiye 19’uncu yüzyılın başından Türk tipi başkanlık rejimine geçene kadar iniş ve çıkışlarıyla çoğunlukla devlet eliyle gerçekleştirilen anayasal reform süreçlerini yaşadı. Bu süreçlere, tarihin akışı doğrultusunda geciken, aksayan, ağır, otoriter veya radikal modernleşme isimleri de uzmanlarınca verildi. Bir şekilde süreklilik içinde köklü kurumlara sahip oldu. Yeni sistem göründüğü kadarıyla bir devlet kurumları krizi yanında toplumsal bir meşruiyet krizinin de sebebini oluşturdu. 

Bugün gelinen noktanın zihniyet temel arka planındaki toplumsal rıza ve devlet ideolojisi perspektifinde, Türk Sağ siyasi zihniyeti bu yaşanan krizin belirleyicisi konumdadır. Mahalle fenomeniyle tanımlamaya çalıştığımız belirleyici üst kimlik, ağır veya otoriter modernleşme karşısında zamanla tepki koymuş, kendi köylülüğünü dönüştürememiştir. Ülkede köylülüğün dönüşememesinde, Kemalist görgü devrimlerinin Osmanlı kültürel mirasını tamamen reddi izlenimi veren politikaları da önemli rol oynamıştır. Bu durum denetlenemeyen devlet aktörlerine keyfi alanlar açmış, demokrasinin kalitesini tersine ivmelendirmiştir. 

Toplumsal uzlaşma ve demokrasinin niteliğinin yükselmesinin gerek şartı Türk Sağ düşüncesinin dönüşümüne bağlıdır. Türk Sağı’nda belki aydınlar vardır ancak entelektüeller artık yoktur. Sağ elitler dönüşmeden mahallenin dönüşmesi beklenmemelidir. Ancak ne yazık ki siyasi ve ekonomik çıkarlar sağ elitleri esir almış durumdadır. İmparatorluk sonrası travma ve sonrası ideolojinin yükü atlatılamamıştır. Mevcut sürecin devamı, muhafazakâr mahalleyi artık savunduğu kültürel değerlere karşı da kayıtsızlaştırmaktadır. 

Bu krizin aşılması sorumluluğu tarihte olduğu gibi artık sadece devletten beklenmemelidir. Sorumluluk mahallelinin sağduyuları kalabilen önderlerinden ve burjuvazisinden, özet olarak elitlerinden başlamaktadır.

Kaynakça

Bellah, Robert (1967). “Civil Religion in America”, Daedalus: Journal of the American Academy of Arts and Sciences 96, pp. 1-21.

Chua, Amy (2018). Political Tribes Group Instict and Fate of Nation, Penguin Press. 

Davutoğlu, Ahmet (2013). Teoriden Pratiğe Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları.

Köprülü, M. Fuat (2003). Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara: Akçağ Yayınları. 

Kuran, Timur (2013). Yalanla Yaşamak, Çev: Alp Tümertekin, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 

Lewis, Bernard (1993). Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: Metin Kıratlı, Ankara: Tarih Kurumu Yayınları.

O’Sullivan, John (1845). “Annexation,” The United States Magazine and Democratic Review, Volume 17, pp. 5-10.

Turan, Osman (2022). Türk Cihan Mefkuresi Tarihi, Ankara: Ötüken Yayınları. 

Türk Tarih Tetkik Heyeti (1931). Tarih Kitabı, Ankara: TTTH Yayınları.

Uşaklıgil, Halit Ziya (2017). 40 Yıl, İstanbul: YKY

Yılmaz, İhsan (2021). “What ise Erdoğanism?”, Creating The Desired Citizen: Ideology, State and Islam in Turkey,Cambridge: Cambridge University Press, pp. 127-158. 

Volkan, Vamik (2020). Large-Group Psychology: Racism, Societal Divisions, Narcissistic Leaders and Who We Are Now, UK: Phoenix Publishing House.

__

¹https://www.academia.edu/17928522/Secilmis_Travma

²http://faraszade.com/politik-psikoloji-vamik-volkan-roportaj/

³https://www.ias.edu/sites/default/files/hs/Crone_Articles/Crone_Imperial_Trauma.pdf