Prof. Ali Nesin ve Prof. Baskın Oran’la birlikte sosyal medyada Pencere Grubu’nda gerçekleştirdiğimiz “Yetmez ama Evet” tartışmasının uzun yıllar boyunca neden sosyo-psikolojik bir travmatik vakaya dönüştüğü üzerinde durma gereği hasıl oldu.
2010’daki anayasa değişikliği üzerine farklı taktik politikaların geliştirilmesini olgunlukla karşılamak yerine sürecin bir itham ve linç kampanyasına dönüşmesi ilginç bir ruh hâli gerçekten. Meğer memlekette ne melanet oluyorsa İsmail Beşikçi, Sezen Aksu, Adalet Ağaoğlu, Gülten Kaya, Rakel Dink gibi yüzlerce aydınımız yüzünden oluyormuş. Vurun abalıya faşizmini her gün yaşadık. Adalet Ağaoğlu kendine fırlatılan yumurtaları hiç unutmadı.
Kendinden farklı olanı imhaya yönelen “Pol Potçu” zihniyet, insanların listelerini yayınlayarak hedef göstermekte hiçbir mahsur görmüyor. Bildiğiniz McCarthyci kafa yapısının iktidarı da muhtemelen Baasçı Esat rejiminde farklı olmazdı.
Referandumdaki tercihlerimiz, ifade ve seçme özgürlüğümüzün bir parçası. Yurttaşların tercihleri nedeniyle cezalandırılmasını isteyen, yargılanmaları talebinde bulunan “aydın yazarlarımız” bile oldu! Böylesine gözü dönmüş bir tutum kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Faşizmin suçüstü yakalanması hâli, “asla benden farklı düşünemezsiniz, eğer öyleyse de mutlaka dış güçlerin maşasınız” gibi komplo teorileri ve paranoyak yaklaşımlar pek alıcı da bulamıyor artık.
Siyaset Bilimi dersinde öğrencilerime bu konuyu sordum, hiçbiri 2010 referandumundan ve yarattığı tartışmalardan haberdar değil. Yani bu sosyo-psikolojik travma durumu çok küçük ulusalcı bir kesime ait. 2010’da doğan çocuklar bugün 14 yaşında ve 2028 Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanacaklar. Bu kuşağın ilgi alanında olduğunu düşünmüyorum bu kısıtlı travmatik yaklaşımların.
Bu algılama orucuna girenlerin hâlleri, üzerinde durulması gereken bir konu. Zamanı 2010’da donduranların argümanlarına bakmak gerekiyor. Sınırlı bir kesimin ilgi alanına girse de kamuoyu önünde bu konu ‘istemezük’ cephesiyle karşılıklı olarak yeteri düzeyde tartışılmıyor.
12 Eylül’ün en büyük başarısı, ne zaman anayasa değişse, “Biz de değişmesinden yanayız” deyip ama aslında fiilen takoz koymaya çalışan bir kitle yaratmış olması.
Bu takım genellikle AB reformlarına itiraz eden, açılım sürecine karşı olan, Kıbrıs’ta Annan Planı’na Rum kesimi gibi hayır diyebilen ulusalcı bir ekip.
Bunlar parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi, bir öncelik-sonralık ilişkisini neden-sonuç ilgisi gibi tarif edebiliyorlar. “Başkanlık sistemine geçişten de siz sorumlusunuz” diyenler farkında bile değiller ki 2023’te yurttaşa soruldu bu ve yurttaş durumun değişmesi yönünde bir irade ortaya koymadı. Bundan da biz sorumluysak, ne büyük güçlere kadirmişiz yarabbi.
Üstelik siyasette cumhurbaşkanının kim olacağını yurttaşa sormayalım demek de cesaret işidir. Bu sistem merkezî temerküze neden oluyor diyenler, yerel yönetimlerin yetkisinin artmasına da itiraz ediyorlar.
2010 referandumuna ‘Hayır’ denseydi, yani Evren yargılanmasaydı, bireysel başvuru hakkı gibi kritik maddeler geçmeseydi, çok mutlu olup kendilerini çok başarılı bulacak bir kesimin ufku bu.
Memleketin çoğunluğu 12 Eylül Anayasası’nı değiştirmek istediği için halkı eleştireceklerine, niye bu doğrultuda siyasi adımlar atılmadı diye dikkatlerini başka yöne çevirselerdi daha hayırlı olurdu.
Anayasa değişikliğine ‘Hayır’ sonucu çıksaydı ne olurdu, Evren çok mutlu olurken iktidar da “yurttaşımız rejim anayasasını değiştirmek istemiyor” diye kaldığı yerden devam ederdi elbette.
Taktik meseleleri stratejik konular gibi ele alanlar farkında değil ki o dönem ‘Evet’ diyen AK Parti’yle, ‘Hayır’ diyen MHP bugün yan yana gelip ülkeyi yönetiyor, Hayırcı cephe ise 14 yıl önce kim haklıydı diye birbirini yiyor. 14 yıldır Yetmez ama Evet’çileri suçluyor. Bizim ‘Hayır’ımız Evren’den ve MHP’den farklı diyenler, ‘Evet’ diyenlerin de farklı gerekçeleri olabileceğini anlamak istemiyor. Steril, püriten siyasetin ezberleriyle hayata bakanlar, hibrit siyasetin kapsayıcı yaklaşımını algılamakta zorluk çekiyorlar.
“O kadar uğraştınız da ne oldu, sonunda Evren öldü” diyenler aslında çok haklılar, bir gün darbecilerin de öleceğini öngörememiştik gerçekten! Baktım böyle saçmalıklar Latin Amerika’da da olmuş mu diye, tek bir örneğine rastlamadım. Toplumlar Pinochet’lerin yargılanmasını talep etmişler sonuna kadar. “Kişiler değil düzen yargılansın, kapitalizm yargılansın” diye sözde radikal ifadelerin Evren’in koruma kalkanını pekiştirmekten başka bir işlevi yoktu, ama bir işe de yaramadı neyse ki.
Siyaset Kişisel Değildir
Kişilere güvenip, kefil olduğumuzu sananlar hâlâ farkında değil ki siyaset böyle yapılmaz, siyaset kişisel değildir, ilkelere ve kendinize güvenerek yapılır. Mesela, Anayasa’nın 90’ıncı maddesi, yani uluslararası antlaşmaların ulusal yasalar üstünde bağlayıcılığı konusunun kişisel bir boyutu olabilir mi? “Bu iktidar” getirdiğine göre itiraz edelim mi denir, gereğinin yapılması için mücadele mi edilir?
Ortada bir “Yetmez ama Evet” partisi de yoktu, herkes kendi bireyselliğiyle ne mutlu ki aynı noktada buluştu. Bugün gelinen noktanın önceden belirlendiğini varsayan determinist yaklaşımın kabul edilemez olduğu da gayet açık.
1987’de siyasi yasakların kalkması referandumunda da siyaset yapma hakkını temel bir ilke olarak savunmuştuk, herkes için demokrasiyi ve siyaset yapma hakkını savunmak için yasakları kalkan Ecevit’lere, Demirel’lere, Erbakan’lara kefil olma ya da görüşlerini onaylama şartı da gerekmiyordu. Sabit bir seçmen davranışı olmadığı için de önce siyasi yasakları savunan yurttaşlarımız, bir sonraki seçimlerde itiraz ettikleri aynı siyasi figürlere oy verebilmişti.
Boykot siyaseti ise güçlüyle güçsüz ilişkisinde tarafsız olduğunuzda mutlaka güçlünün işine yarar. “Yesinler birbirlerini” yaklaşımı bu yüzden siyasi karikatüre dönüştü.
Bir de Anayasa’nın çok maddesi değişti diye karalar bağlayanlar var. 2001’deki Anayasa’nın 30 maddesi değiştiğinde, yine 2016’da Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda 60 madde değiştiğinde seslerini çıkarmadıkları gibi, 2010’daki referandumda geçen paket geri alınsın diye daha sonra Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda bir itirazları da söz konusu olmamıştı.
Bir tuhaf itiraz da 12 Eylül Anayasası’nın bu kadar çok maddesinin bir seferde oylanamayacağı teziydi. Kendi içinde bütünlük arz eden maddelerin her birine oy için karar vermek bir dakikanızı alsa, her yurttaşa 26 maddeyi yarım saate yakın bir sürede tek tek oylatma isteğinin pratik olmaması gerçeği, 12 Eylül Anayasası’nın değişmesini yokuşa sürmek için bin dereden su getirme bahanesinden başka bir şey değildi. Zaten CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda da bu argümanın gayri ciddiliği fark edilmiş olacak ki bu doğrultuda bir itiraz da olmadı.
Diyelim Annan Planı oylanırken de kimse o ekleriyle birlikte 9.000 sayfalık metni okumadı ama iki toplumlu federal toplum talebinin oylanacağını her iki taraf da biliyordu. Ve ilginç bir şekilde iki tarafın da ulusalcıları hayır demeyi tercih ederek birbirlerini tamamlamışlardı.
“Ya Hep Ya Hiç”
Aslında oylanan “ya hep ya hiç” tutumu oluyor, maksimalist taleplerde anlaşamazsak minimalist taleplere de boş ver yaklaşımı. “Biz iktidara gelmeden hiçbir değişim olmasın, yoksa iktidara yarar” pragmatizmi bu. Peki ya topluma yararı? Bu kazanımları yok saydığınızda kendi toplumunuza yabancılaşıyorsunuz zaten. Bu değişimler iktidar değişince de devam edecek, diyelim bireysel başvuru hakkından sadece bir partinin üyeleri yararlanmıyor ki?
Hayırcıların nasıl nüansları varsa, Evetçilerin de vardı. Mesela Yetmez ama Evetçiler 26 madde yetmese de ‘Evet’ dediler, çünkü 12 Eylül darbe anayasasının hepsi değişmeli tezi savunuluyordu. Bu da Evren’i ve gönüllü fedailerini çok kızdırmaktaydı.
‘Hayır’ diyen herkes tabii ki Evrenci değildi, ama ‘Hayır’ çıksaydı, Evren’e ve darbecilere yarayacağı çok açıktı. ‘Hayır’ çıksaydı, ister “milliyetçi hayır” densin, ister “ulusalcı hayır”, bizler 13 Eylül’de Evren hakkında suç duyurusunda bulunma, dava açma hakkımızdan mahrum olacaktık.
“İktidarla mücadelenin yolu 12 Eylül Anayasası’nı değiştirmemekten geçer” yaklaşımı iktidarın can suyu oldu.
“12 Eylül’e hayır dediğimiz için değişmesine de hayır dedik” gibi deli saçması iddialar üstünde durmuyorum bile. Bunlar iki kere hayır dediklerini söyleyip, pusulaya da iki kere hayır demişlerse zaten geçersiz oy kullanmış oldular, iki kere kendilerini geçersiz kılarak. Değişime hayır demek fiilen 12 Eylül’ün devamını sağlayacaktı, kişisel başvuru hakkı çıkmadığı için siyasi mahpuslar cezaevinden çıkamayacaktı.
Bu kafa yapısı Evren’in yargılanması talebini “emperyalizme hizmet” gibi okuyabildi. Peki emperyalizmin asli temsilcisi Evren neden hayır demişti, neden avukatları “Evren’i bu mahkemeler yargılayamaz” demişti dersiniz?
“Biz 12 Eylül’ün mağduru değil muhatabıyız” diyenler de oldu, rejim onları maalesef sadece DAL işkence hanelerinde muhatap aldı. Yıllarca “12 Eylül’ün siyasi yasakları kaldırılsın” diye bunun gibi siyasi mağduriyetler için kampanyalar yaptığımızı bile unutturmuştu 12 Eylül rejimi. (*) Sıkıyönetim mahkemelerinde savunma yapanlar sivil mahkemeleri küçümsemeye başladılar bu akıl tutulması yüzünden. 12 Eylül Anayasası değişmeseydi büyük sevinç duyacak olanlar paralel bir evrene doğru hızla yol aldılar maalesef.
Darbecilerle zaten muhatap olmazsınız, onları yargılarsınız, tıpkı Berfo Ana’lar, Cumartesi Anneleri gibi. Sonra neyse ki Hayırlar azınlıkta kalıp da darbecilere yargılama zemini açıldığında, çok ilginçtir ‘Hayır’ diyenler bizden önce mahkeme salonlarında sıraya girmişlerdi, “Muhatap biziz” diye. İyi ki de mahkemede yer aldılar, yanlışın neresinden dönerseniz o kadar hayırlıdır. Önyargıda mantık aranmaz.
Militarist Tortu
Bütün bu süreci Meclis’te de yaşadığım için bazı gözlemlerimi paylaşmakta fayda var.
Meclis’te referandum paketi görüşülürken en büyük direniş darbecilerin sivil mahkemelerde yargılanma maddesine karşı oldu, bir de parti kapatmayı zorlaştırma konusunda.
Türkiye’deki militarist tortudan kurtulmak kolay olmadı. Bazen darbecilerin peşini bırakmadığımız için “ağzınıza bal çaldılar” diyen de oluyor. Evet, balı çok severim ve 12 Eylül’ün zehrine her zaman tercih ederim. Evren davalarına sayılı baronun katılması da manidardır. O dönem davalara mağdur ailelerin katılmasını da bazı avukatların yan çizmeye çalışmasına rağmen sağlamıştık.
Deniz Baykal Anayasa Uzlaşma Komisyonlarında yer almayı reddediyordu. Ama bütün partiler, Kılıçdaroğlu’yla birlikte, eşit temsiliyet esasına göre ve oybirliğiyle kararların alınması şartına göre yer aldılar ve bu andan sonra bütün karşı argümanlar geçersiz oldu zaten.
Herkes Anayasa Komisyonu’na dahil olunca, “Ancak kurucu meclis anayasayı değiştirebilir”, “Anayasa değişikliği toplumun gündeminde değil, aslolan yoksullukla mücadeledir” gibi afili bahaneler unutuldu gitti. Sosyal haklarla siyasal hakların birbirini tamamladığı anlaşılmıştı sonunda. Defalarca perakende anayasa değişikliği yapan Meclis’in şimdi niye bir değişiklik yapamayacağını vesayetçiler topluma açıklayamadıkları için sonunda direnişten vazgeçtiler.
Seçim sonucuna bakarak seçim mekanizmasına yönelik hükümde bulunmak hayata ilkesel düzeyde değil menfaat düzleminde bakmaya yol açtı. Kantçı ve Benthamcı hayat görüşleri yine karşı karşıya gelmişti.
Paris Komünü’nden beri yargıçların atamayla değil seçimle geldiğini bile unutma hâli de şaşırtıcıydı.
“Fethullahçıların önü açıldı” diyenler tapelerden faydalandıklarına göre ya bu durumdan memnun olmalılar ya da yargıdan tasfiye edilmelerinde de mutlu olmalılar, ama yargının sorunlarının böyle indirgemeci bir düzlemde ele alınamayacağını biliyoruz artık.
Çoğulculuk yerine çoğunlukçuluk ilkesinin getirilmesiyle HSYK seçimlerinin sonuçlarını belirlemesine neden olan Anayasa Mahkemesi kararı ve CHP başvurusu konusunda daha sonra bu çevrelerce tek bir özeleştiri yapılmamış olması, zaten esas derdin bu olmadığının da kanıtı oldu.
Anayasa’nın değişmeden önceki hâlinin daha iyi olduğu iddiası, cahilce bir 12 Eylül faşizminin propagandasından ibarettir. “12 Eylül Anayasası değişirse faşizm gelir” tezi bu yüzden tipik bir 12 Eylül güzellemesidir.
Referandumdan sonra 2011’de “Herkesin Anayasası Sempozyumu”nu gerçekleştirerek bu deli saçması argümanları çoktan aşmıştık.
ÖDP’de “darbeciler yargılansın” diye kongre kararı almıştık, o yüzden mesele önümüze gelince ‘Hayır’ diyerek kongre kararlarını ihlal etmek siyasi ve etik açıdan mümkün değildi.
“2010 referandumunun ÖDP’yi parçalamaya yönelik olduğu” tezviratı bile kronolojiye uymamasına rağmen iddia edildi. Oysa ilk ayrışma 2001’deydi ve ÖDP’lilerin partiden ayrılarak partiyi tek bir hizbe bırakmasının tarihi de 2009’du.
Hiçbir toplumsal mücadelenin bir garanti belgesi yoktur. Ama mevcut yanlış durumu sizi savunmaya düşürmek iktidarın başarısıdır. Bu sarmaldan hâlâ çıkabilmek mümkündür.
Ama bütün bu kazanımlar size rağmen mi oldu, sizin sayenizde mi sorusuna vereceğiniz yanıt sizin vicdani notunuz olacaktır.
Darbecilere ilk soruşturmayı açtığı için meslekten çıkarılma dahil başına her türlü sıkıntı gelen, 2014’te kaybettiğimiz Cumhuriyet eski Savcısı Sacit Kayasu’yu ve demokrasi mücadelesinde yitirdiğimiz bütün can dostlarımızı bu vesileyle saygıyla anıyorum.
(*) Ufuk Uras, ÖDP Söyleşileri, Alan Yayınları, 1999, s.84.