CHP İstanbul İl Başkanlığı’na Asliye Hukuk Mahkemesi’nin verdiği bir “ara karar” ile bir kayyım atamaya niye gerek gördüler?
Bunun nasıl bir tepki yaratacağını tahmin etmemiş olabilirler mi?
Bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Evet, bu kararı aldıklarında böyle bir tepkinin doğacağını tahmin etmişlerdir.
Muhtemelen 15 Eylül’deki CHP Kurultayı ile ilgili mahkemede “butlan” kararı verilirse nelerin olabileceğini tahmin ettikleri gibi.
Ne yapmak istedikleri çok açık.
Ana muhalefet partisi giderek halk nezdindeki etkisini arttırıyor, yargı operasyonları bu gidişi durdurmaya yetmedi.
Şimdi hedef partiyi felç ederek, kendi derdiyle uğraşır hale getirmek gibi görünüyor.
Bunu yaparken hukuku bu kadar zorlamalarına da aslında gerek yoktu.
Siyasi partilerin kurullarının seçimi ile ilgili düzenleme Siyasi Partiler Kanunu’nda net bir şekilde tarif edilmiş.
Seçim, “yargının gözetim ve denetiminde” yapılıyor.
“Yargının denetim ve gözetiminde” demek, Yüksek Seçim Kurulu “yetkilidir” demek!
İlçe ve il seçim kurullarından başlayarak YSK’ya kadar bir yetki alanı.
Siyasi Partiler Kanunu’na göre parti kurullarının seçimi ile ilgili itirazların yapılacağı yer ilgili seçim kurulu.
Kongrelerdeki sandık kurullarını bile ilgili seçim kurulu başkanı tayin ediyor.
İlgili seçim kurulu başkanı, partideki “seçimin devamı sırasında yapılan işlemler ile tutanakların düzenlenmesinden itibaren seçim sonuçlarına yapılacak itirazları iki gün içinde kesin olarak karara bağlar.”
Kanun böyle diyor.
CHP İl Kongresi’ne itiraz, aradan iki yıl geçtikten sonra yapılmış.
Yani süresi içinde yapılmamış, bu bir.
Seçim Kurulu’nun kararı kesin, itiraz yolu yok, bu iki.
Bunu bile bile bir yerel mahkeme, bu kararı niye alır?
Oysa yapabileceği ve kimsenin en azından şekle itiraz edemeyeceği bir yol daha vardı.
Seçime hile karıştırıldığını tespit eden deliller ile ceza davası açılır, ceza mahkemesi seçilmişleri mahkûm edip, siyaset yapma yasağı getirir ve meseleyi kapatabilirdi.
Ve şu andaki gerçeğimiz şu ki artık böyle kesin deliller bile gerekmeden insanları mahkûm etmek mümkün.
Yeter ki bir işaret gelsin!
Normal olan yol buydu. Anormali tercih ettiler.
Niye?
Cumhurbaşkanı önceki gün “Türkiye’de hiç kimse hukukun kapsama alanı dışında değildir” dedi.
Sormak gerek: Yürürlükteki kanunları bilmeyen ya da kasten bilmiyormuş gibi davrananlar için bir istisna mı var?
Normal olan yerine anormal yolu tercih etmelerinin nedeni açık: Türkiye’yi, seçmeni, anayasal haklara ne kadar sahip çıkılacağını test ediyorlar.
Yarın bir gün canları çekerse “açık oy, gizli sayım” kararı bile alabilecekleri bir YSK’yı kontrol edebiliyorlarken kör parmağım gözüne işler yapmalarının nedeni bu.
Daha radikal girişimler için uyguladıkları bir test bu.
Test ediyorlar: Hem sabrımızı hem gücümüzü!
Cumhurbaşkanı’nın “resmi görüşü” ile “şahsi görüşü!”
Türkiye bir hukuk devleti ise Selahattin Demirtaş’ın, Figen Yüksekdağ’ın ve Osman Kavala’nın hapiste olmaması lazım. Haliyle endişe ettim; yargı mensupları “biz Cumhurbaşkanı’nı da takmayız” mı diyorlar, yoksa Cumhurbaşkanı yüksek sesle Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu söylerken, hâkimlere “siz bakmayın böyle konuştuğuma” mı diyor?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “mahkeme kararlarını tanımıyorum demek açıkça hukuk devletine kafa tutmaktır” dedi.
Bu sözlerini okuyunca “hayırdır inşallah” dedim; rüya mı görüyorum, diye sağıma soluma çimdik attım.
Rüya değilmiş, belli ki Cumhurbaşkanı ani bir küşayiş yaşamış.
Bundan böyle ülkemizin “mahkeme kararlarına uyulan bir ülke” olması için Cumhurbaşkanı’nın sadece elini değil, gövdesini bile taşın altına koyacağı zehabına kapıldım.
Belki bin kere yazıldı, çizildi; Anayasa’ya göre Anayasa Mahkemesi kararları “yasamayı, yürütmeyi, yarı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri” bağlıyor.
Bu kadar açık yazılmış ama Yargıtay’ın bir dairesi Anayasa Mahkemesi kararını tanımadı.
Tanımadığı gibi AYM üyelerini o kararı verdikleri için “bunlar terörist olmuşlar” diye savcılığa şikâyet bile etti.
O suç duyurusunun akıbetini bilen kimse yok.
Şöyle altı okka bir savcı çıkar da bu suç duyurusunu işleme alır diye boşuna bekledim, ne kadar çok eğlenebilirdik oysa!
Ama çıkmadı!
Belli ki Yargıtay’ın suç duyurusu adliye koridorlarında kaybolmuş.
Bu da komik gerçi: Anayasa Mahkemesi üyelerini terörist diye şikâyet eden Yargıtay’ın suç duyurusunu savcılık bürosundaki bir kalem memuru yok edebiliyor!
Cumhurbaşkanı artık “mahkeme kararlarını tanımıyorum demek açıkça hukuk devletine kafa tutmaktır” dediğine göre Yargıtay’ın ilgili dairesi de kendisine bir çeki düzen verme gereğini hissedecektir.
Cumhurbaşkanı, mahkeme kararlarına uyulması konusundaki bu hassasiyetini ifade etmeden önce AİHM farklı zamanlarda bazı kararlar verdi.
Buna göre Selahattin Demirtaş’ın hapiste olmaması lazım. Figen Yüksekdağ’ın da! Osman Kavala’nın da!
Ama hepsi hâlâ hapiste.
Cumhurbaşkanı’nın son derece veciz bir şekilde ifade ettiği gibi Türkiye bir hukuk devleti ise bu kararların uygulanması lazım.
Haliyle endişe ettim; yargı mensupları “biz Cumhurbaşkanı’nı da takmayız” mı diyorlar?
Keşke Cumhurbaşkanı kendisini iktisatçı zannettiğinde ekonomi bürokrasisi de yargı gibi davranıp, dediklerini yapmasaydı.
Öyle olabilseydi şimdi enflasyon yüzde 12, dolar 14 lira filan olurdu.
Yoksa Cumhurbaşkanı bunları yüksek sesle söylerken, o hâkimlere kaş göz işareti yapıyor, “siz bakmayın böyle konuştuğuma” mı diyor?
Çünkü Can Atalay milletvekili seçildi, Anayasa Mahkemesi “hapisten çıksın, yemin edip milletin kendisine verdiği görevi yapsın” dedi, sallayan yok!
Cumhurbaşkanı, “Türkiye hukuk devletidir” dediğine göre idari kararlarla anayasal hakları sınırlayan İçişleri Bakanı ve valileri de uyarıyor olmalı.
Yoksa “ağam bizimle dalga mı geçiy?”
Kim bilir, belki de Cumhurbaşkanı bir Diyarbakır fıkrasındaki gibi konuşuyor:
Herkes kulak kabartmışken “hukuk devletiyiz, mahkeme kararlarına herkes uysun” diyor, sonra adamlarına dönüp “siz aldırmayın bu söylediğime, o benim resmi görüşüm” mü diyor?