Hiç kimse güvende değil!

Önceki akşam adli kontrol şartıyla serbest bırakılan, ancak savcılığın itirazı üzerine, hastanede tedavi gördüğü sırada dün gece hakkında bir kez daha tutuklama kararı verilen Ayşe Barım’ın başına gelenler, bu ülkede artık kimsenin hukuk güvencesi altında olmadığını gösteriyor.

Bu topraklarda bu kadar keyfi tutuklamalara en son ne zaman rastlandı bilemiyorum.

“Adli kontrol” ile serbest kalmak da aslında tamamen özgür olmak anlamına gelmiyordu.

Üstelik daha yargılamanın çok başındayız, mahkemenin kararının ne yönde şekilleneceğini bugünden kestirebilmek mümkün değil. Nitekim dün ilk itirazı reddedilen savcılığın devam eden girişimleri üzerine gece yarısı ikinci tutuklama kararı geldi. Polis, savcılık talimatıyla Ayşe Barım'ın beyin MR'ları çekildiği sırada hastanenin kapısına dayandı. 

Ayşe Barım’ın hayatının 248 gününü hapishane hücresinde geçirmesine neden olan ihbarı yapan kişi ne Barım’ı tanıyormuş ne de Gezi protestolarına katılmış.

İhbarcı Sedat Gül, mahkemedeki ifadesinde “Gezi olaylarına katılmadım. Olayı sosyal medyadan duyunca ihbar etme sorumluluğu hissettim. Kendisini tanımıyorum” diyor.

Merak ettim, bunu savcıya da söylememiş mi?

Savcıya da aynı ifadeyi verdi ve bu ifadesine rağmen bu iddianame yazılabildiyse yine aynı şeyi söyleyeceğim: Artık kimse kanunlara, kişisel haklarına filan güvenmesin.

Önceki gün yapılan duruşmada tanıkların ifadelerini alan hâkimin sorduğu sorular şöyle:

Ayşe Barım’ı tanıyor musunuz?

Gezi Protestolarına katıldınız mı?

Ayşe Barım sizi Gezi’ye katılmaya yönlendirdi mi, zorladı mı?

Bu soruları tanıklara savcının da sormuş olması gerekiyordu. Tanıkların savcılık ifadelerinde de aynı yanıtı verdiğini biliyoruz.

Önce şunu açıklığa kavuşturalım: Gezi protestolarına katılmak tek başına bir suç değildir.

T.C. vatandaşları, canları isterse protesto gösterilerine katılabilirler, bu Anayasa’nın kendilerine tanıdığı bir haktır.

Suç, protesto gösterisine katılarak değil, protesto gösterisi sırasında suç olan bir eylem yapılırsa oluşur.

Çevredeki camı çerçeveyi indirmek, otomobilleri devirmek, güvenlik görevlilerine ya da çevredeki vatandaşlara zarar vermek gibi!

Bunlar da zaten kişisel suçlardır, işleyeni bağlar, gösteriye katılanları değil.

Öte yandan bir vatandaşın, bir başka vatandaşı tek tek ya da grup olarak bir protesto gösterisine katılmaya davet etmesi, teşvik etmesi de suç değildir; Anayasal bir hakkın kullanımıdır.

Suç, bu gösterilere katılmazlarsa başlarına işler geleceği ile ilgili tehditler varsa oluşur.

Savcı bunu kanıtlayacak delilleri aramış, bulamamış olmalı ki tanıkların ifadelerinde böyle bir husus yok.

Burada altını çizmemiz gereken şey de savcıların kanunlarımıza göre sanıkların lehine olan delilleri de toplamak görevlerinin görmezden gelindiği.

HSK bu konuda ne düşünüyor diye sorardım ama HSK’nın yürütmenin bir organı haline geldiği gerçeği ortadayken bu soruyu sormak gereksiz.

Peki ne oldu da Ayşe Barım, aleyhinde hiçbir delil yokken Gezi protestolarını organize etmek, artistleri sokağa dökerek hükümeti devirmek ile suçlanabildi?

Hatırlarsınız Ayşe Barım’a yönelik ilk suçlama mesleği ile ilgiliydi.

Menajerliğini yürüttüğü iki oyuncunun birbiriyle sevgili gibi görünmesini sağlayarak, oyunculardan birinin bir iş adamı ile ilişkisini kamufle edip, bundan çıkar sağlamak gibi absürt bir suçlama!

Böyle bir suç uydurdular çünkü asıl meseleleri Barım’ın işine çökmekti!

Sektörde herkesin konuştuğu bu konu dönüp dolaşıp Barım’ın Gezi protestolarının düzenleyicisi olarak hükümeti devirmeye teşebbüs ettiğine kadar varabildi.

Böyle bir suç uydurarak neyi hedeflediler bunu bilmek kolay değil.

Ancak tahmin edebiliriz: Bu yolla oyuncular üzerinde baskı kurabileceklerini, İmamoğlu protestolarına katılımlarının engellenebileceğini düşündükleri genel kabul gören bir tahmin.

Bunu bilemiyorum tabii.

Niyetleri bu idiyse çok işlerine yaramadığını söyleyebilirim sadece.

Barım’ın başına örülen çorabın bize gösterdiğini bildiğim temel şey bu: Hiç kimse kanunlara, Anayasa’ya filan güvenmesin; kimsenin özgürlüğünün garantisi yok!