ABD İran’ı vurdu | Anlaşsa devrilecek, anlaşmasa ezilecek
Sonunda ABD Başkanı Trump kendine tanıdığı iki haftalık süreye uymadı. ABD İran’ın nükleer tesislerinden Fordo’yu her biri iki GBU-57 (MOAB) sığınak delici bomba taşıyan radarda görünmez (stealth) üç B-2 bombardıman uçağıyla ve Natanz ile Isfahan’ı da denizaltılardan ateşlenen 20 Tomahawk seyir füzesiyle vurdu.
Trump resmî açıklamasında kendine yakın ABD medyasıyla paylaştığı bu ayrıntılara girmeden, uçakların “tüm yüklerini Fordo’ya bıraktıklarını” dile getirdi ve “trajedi ile barış” arasında seçim yapma zamanı geldiğini belirtti. İsrail silahlı kuvvetleri İran’a saldırıyı şimdilik askıya aldı.
İran’dan ilk resmî açıklamayı yapan Dışişleri Bakanı Arakçı, ABD saldırısını BM şartının, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlemesi Antlaşması’nın (NPT) ve uluslararası hukukun ihlâli olduğunu kaydetti. Buna göre İran’ın kendini savunma hakkını saklı tuttuğunu kaydetti.
Sıcağı sıcağına iki husus öne çıkarılabilir: Trump, üç nükleer tesisi “erkenden” vurarak savaşın süresini kısaltmış, İsrail’in saldırısını durdurmuş ve İran’la müzakerenin yolunu açmış olabilir. Aynı zamanda İran’ı yöneten mollalar rejimine “intihar etmekle ölümüne savaşmak arasında” bir seçim sunmuş da olabilir. Bu son çıkarım doğruysa, rejimin ikinciyi seçeceği maalesef açıktır.
Erdoğan’ın Trump ile Hamaney’i İstanbul’da buluşturmayı denediği, Trump’ın kabul ettiği ama “Hamaney’e ulaşılamadığı” cihetle bu görüşmenin gerçekleşemediği yolunda haberler sızdırılmıştı. Erdoğan bugüne dek İsrail’i eleştirir gözüküp ne ABD’ye ne Trump’a tek söz söylememiş veya söyleyememişti.
İİT Dışişleri Bakanları Toplantısı açılış konuşmasında “İstanbul’un kaderini Tahran ve Şam’ın kaderlerine” bağlayan Erdoğan’ın Cumhuriyet başkentinin Ankara olduğunu göz ardı etmesi bir yana, söylemin şehvetiyle nasıl bir stratejik öngörü yoksunluğu ve sağduyu eksikliği yaşadığı yine tescillenmiş oldu. Şimdi elinde kalan tüm dış politika sermayesini Beyaz Ev’den bir resim verebilme olasılığına yatırdığı anlaşılan Erdoğan’ın bu sağır edici sessizliğini koruyup korumayacağı da görülecek.
Savaşın geldiği aşama
İsrail saldırısının ilk haftası geride kalırken, bu ülkenin İran karşısındaki teknolojik, askeri, istihbari üstünlüğü açık. İsrail’in planlama ve hazırlık bakımlarından da İran’ın çok ilerisinde olduğu görülüyor. İran çatışmanın ilk günlerinden itibaren ulusal hava sahasında egemenliğini yitirerek İsrail’e teslim etti ve görülebilecek gelecekte geri alabileceğe de benzemiyor.
İran’ın elinde 2000-2500 civarında balistik füze bulunduğu varsayılıyordu. İsrail hem mühimmatı hem fırlatma yeteneğini hedef alarak bunları çarpıcı biçimde yok etmeyi sürdürüyor.
İran’ın silâh (ve santrifüj) üretim kapasitesi de hava bombardımanıyla sekteye uğratıldı. Komuta kademesi öldürüldü. Rusya, Çin, Pakistan veya Kuzey Kore olsun hiçbir ülkeden destek de gelmiyor.
Buna karşılık, İsrail’in üç katmanlı hava savunma sistemi açık vermeye, bir bakıma yorulmaya başladı. İran’ın günlük füze salvoları beklenen sayıların altında kalmakla birlikte, İsrail’de daha fazla hedef vurmaya başladı. Atılan füze sayısı ve atış temposu İran’ın elinde sanılandan daha fazla ve farklı mühimmat olduğunu gösteriyor.
Netanyahu, ilk günlerde “birkaç haftayla sınırlı kalacağı” belirtilen harekâtın gerektiği kadar süreceğini ve hedefin İran’ın hem nükleer hem balistik yeteneğini ortadan kaldırmak olduğunu söylemeye başlamıştı. Yine Netanyahu, İran’ın vurduğu bir sivil yerleşim birindeki hasarı incelerken medyanın sorusuna “İran’ın elinde 20.000 füze olduğu” yanıtını vermişti.
Trump, iki uçak gemisi görev gücünden (USS Carl Vinson ve USS Nimitz) oluşan ABD “armadasını” İran’ı menzile alan denizlere güneyden çekmişti. Bunlara Akdeniz’den USS Gerald Ford görev gücü de eklendi. Bu konuşlanma İsrail’in kuvvetini kabaca üçle çarpmak demek. Üç nükleer tesisi vurduktan sonra da Trump, ABD’nin bölgedeki varlığını hedef almaması için İran’ı yine olabilecek en sert biçimde uyardı.
Savaşın olası sonuçları
İran’a saldırısının Netanyahu’ya, doğrudan nükleer tesisleri vurmanın Trump’a olan kamuoyu desteklerini artırdığı ve her iki liderin yerlerinin savaş öncesine oranla sağlamlaştığını teslim etmek gerekir.
İsrail’in askerî harekât mükemmeliyeti, stratejik planlamadaki zaaflarıyla çelişiyor. Stratejide esas olan unsur “zaman” ve İsrail’in “acelesi” olduğu gibi politik olarak savaş sonrası statüko için bir planı -görülebildiği kadarıyla- yok.
İran’da -deyim yerindeyse- “nasipse” gerçekleşebilecek bir rejim değişikliğinin ise havadan bombardıman altında olması mümkün değil. Şii kültürünün baskın “şehadet” özelliği bir yana rehber Hamaney’in “koşulsuz teslim ol” çağırısına uyması, rejimin temellerini kendi elleriyle dinamitlemesi demek. Başlıkta belirttiğim üzere, İran’ın Devrim Muhafızları (DMO) destekli mollalar rejimi anlaşsa devrilecek, anlaşmasa ezilecek.
Öte yandan İran’da şimdilik kısa erimde gerçekleşmesi olası gözükmeyen rejim değiştiği durumda yerine neyin geleceği de ülkenin birliğinin geleceği de belirsiz. İran, Irak ve Suriye’nin geçtiği iç savaş ve devlet otoritesinin kaybolması evrelerinden geçebilir. DMO’nun kolektif biçimde iktidara el koyduğu bir Ortadoğu Kuzey Kore’sine de dönüşebilir.
Ancak, o “Kuzey Kore” ulusal hava sahasının egemenliğini İsrail’den bilek gücüyle alamadığı takdirde ve kuvvetle muhtemel alamayacağına göre, ancak kendi içine dönük bir “Kuzey Kore” olacaktır. Nükleer ve balistik yeteneği olmayan bir “Kuzey Kore” sıradan bir Orta Doğu diktatörlüğü demektir.
Dolayısıyla, İran’ın nükleer programı olduğu gibi ortadan kaldırılamayıp beş yıl kadar geriletilse bile bu Tel Aviv açısından çok fena bir sonuç olmayacaktır. Her hal ve kârda şiddet düzeyi ve karşılıklı salvoların sıklığı azalsa da İran-İsrail sıcak çatışmasının görülebilir gelecekte sürmesi olasılığı da vardır.
İsrail kurulduğu 1948’den bu yana ilk kez kendi topraklarında bu denli bir yıkım ve sivil can kaybına tanıklık ediyor. Keza İran’ın da Irak’la savaşının bittiği 1988’den bu yana yine ilk kez kendi toprakları doğrudan hedef oluyor. Nüfusu on milyondan az ve rejimi (apartheid’laşan niteliklerine rağmen) halen dahi demokratik İsrail’in sivil can kaybı ve yıkımların yol açtığı “acı eşiği” İran’a oranla çok düşük.
Devletler arası kurulu düzenin ölümü
Son bir haftada yaşadıklarımız II. Dünya Savaşı’nın ardından iyi-kötü kurulan devletler arası kurumsal yerleşik düzenin tabutuna son çiviyi de çaktı. Bu mevta artık dirilmez.
İsrail’in “önleyici” saldırısının Japonya hariç küresel Batı tarafından “özsavunma” olarak nitelenmesi ve nükleer tesislerin vurulmasına göz yumulması da Ukrayna ve Gazze işgalleriyle yatağa düşen uluslararası hukukun ruhunu teslim ettirdi. Bundan böyle “orman kanunu” geçerli.
İran’ın diplomatik yalnızlığı ise çok kutuplu dünyadan ve ABD’nin düşüşte, Çin ile Rusya’nın ise yükselişte küresel güçler olduğundan söz edenleri herhalde duraksatmalı. Putin’in İran’ın saldırıya uğramasına neredeyse omuz silkmesi ve geçtiğimiz günlerde St.Petersburg’da “Rus askerinin ayak bastığı her yer tümüyle bizimdir” yollu açıklaması da, Beşar Esat’ın 12 günde devrilmesinin ardından Rusya’ya (ABD’nin aksine) “güvenilir ortak” gözüyle bakanları irkiltmiş olmalı.
Esasen, İran’ın sivil nükleer program sahibi olmak “hakkı” vardı. Hatta o yola ABD iş birliğiyle 1950’lerin sonlarına doğru şah döneminde girmişti. Kağıt üzerinde bu hakkı sürse de fiiliyatta onun elinden alınmasına yol açan ise mollalar rejiminin tehditkâr ve düzen bozucu karakteri oldu. Her ne kadar rehber Hameney daha 1990 ortalarında nükleer silâh üretilmesini yasaklayan bir fetva verse de “gölge devlet” yetkililerin açıklamaları ve İran’ın Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ile Gazze’deki “milis” dış politikası İran’ın güvenilirliğini sürekli sorgulanır kıldı.
Ayrıca, İran UAEA ile iş birliğinde de inişli-çıkışlı bir seyir izledi. Defalarca belirli süreler için Fordo gibi tesislerde sabit kameraların devre dışı bırakıldığı gözlendi. Bir yandan müzakere ederken aynı zamanda elindeki uranyumu sivil kullanım için gerekenin çok üzerinde ve askeri amaçlar için kullanıma çok yakın yüzde 80’ler oranında zenginleştirdiği yine UAEA tarafından saptandı. Makul denilebilecek devlet adamı ve diplomatlarının Batı’yla uzlaşı ararken aynı uzlaşıya İran’da gerçek gücü elinde tutan çevreleri ikna etmekte zorlanmaları, müzakerelerin başarı olasılığını yokuşa sürdü.
Artık İran’ın bölgesel hegemonya iddiası yok. Ne İran Hizbullah gibi uzantılarına desteği sürdürebiliyor ne o uzantılar İran’ın yardımına koşabilecek imkân ve kabiliyete sahip. Yeni Orta Doğu’da askerî açıdan İsrail’in tek egemen güç olacağı görülüyor. Diğer ülkelerin ise İsrail’le ilişkilerini normalleştirmeleri, İsrail’in egemenliğine meydan okumamaları ve güvenliğini tehdit etmemeleri bekleniyor. Bu koşullara uyacaklara Trump’ın kanatları altında ticaretle zengin olacakları bir gelecek vaat ediliyor.
Türkiye açısından
Bu ortam ve bağlamda Erdoğan ise son olarak İİT Gençlik Forumu'na hitabında yer verdiği "İsrail üzerinde tesir sahibi güçler, Netanyahu'nun oyununa gelmemeli ve nüfuzlarını bölgemizde ateşkes ve sükunetin tesisinden yana kullanmalı" gibi ifadelerinin bir kez daha ele verdiği üzere kendine ancak “Trump’tan adını koymadan ‘ricacı’ olmak” rolünü biçebiliyor. Bu acınası tutumun adı da “Türkiye bölgesinde vazgeçilmez diplomatik oyuncu” oluyor.
Erdoğan her nedense kimden "ricacı" olduğunun adını bir türlü koyamıyor. "Trump" diyecek ama diyemiyor, sanki ABD’den ödü kopuyor. Gazze için boşluğa doğru avazı çıktığı kadar bağırmaktan başka icraatı yok.
İsrail’le ticaret berdevam. Cep delik, kasa boş. Çeyrek yüzyıla varan iktidarında hava kuvvetlerine tek bir uçak katamamış. Putin’den hangi akla hizmet edindiği bilinemeyen S-400 hava savunma bataryaları yüzünden ortağı olduğumuz F-35 üretim zincirinden Türkiye’yi attırdı. Hava savunma sistemimiz de yok, caydırıcılığımız da kalmadı.
İşte kasırgaya bu halde yakalandık. Meteoroloji işlevi görecek hariciye ve istihbaratta da herhalde tek adama sadakat devlette liyakatin önünde gidiyor olacak ki kasırganın patlayacağı da zamanlıca kestirilememiş ve ona göre hazırlık yapılmamış.
Savaş nedeniyle brent petrolün varil fiyatı 78 dolara dayanınca akaryakıta tarihi (!) zammı bindirdi. Hele karşılıklı vize uygulamadığımız hemen başlayan sığınmacı akını gürül gürül akan bir sele dönüşürse bakalım kısa zaman önce Suriye, Lübnan, Filistin için kullandığı “buyursunlar, başımızın üzerlerinde yerleri var” yollu ifadeleri gelenler Şii olunca yineleyecek mi? Yoksa bu defa “ensarlık” lafta mı kalacak?
Dış politikamızın laiklik ve NATO müttefikliği konularında daha fazla “akıl dışılık” kaldırmayacağını ve Türkiye’nin “kendi kurumsal kimliğiyle kavga etmeyi” artık bırakması gerektiğini İsrail’in İran’a saldırısı herhalde siyasi yelpazenin her yanından hepimizin gözüne iyice soktu. Diplomaside esas olan saygınlığın geri kazanılması ise ancak “sandığı önümüzde” gördükten sonra mümkün olacak. O zamana dek Erdoğan’la “menemen bile yapılamayacağı” belli.