Erdoğan'ın izinden gitmek

Bu satırları yazarken iki grubun tepkisini şimdiden görür gibiyim:

Birinci grup; küresel Siyonizm’den başlayıp FETÖ’cülerle devam eden ve ana muhalefetin karşıtlıktan muhakemesini yitirmiş, iyiyi kötüden ayırt edemez hale gelmiş, “Erdoğan’dan gelecek iyilik Allah’tan gelsin” diyen, aklını kiraya vermiş kesimdir.

İkinci grup ise Batılılar eliyle kurgulanmış, yerli işbirlikçiler eliyle sınıfsal baskıya dönüşmüş kültürel hegemonyaya karşı yenilgi psikolojisini aşamayan; sanki Hristiyanlıktaki “ilk günahı” işlemiş gibi mahcup duran muhafazakâr akademisyenler ve kanaat önderleridir.

Geriye dönüp yazdıklarıma baktım; siyaset üzerine yaptığım eleştirilerin büyük çoğunluğu Sayın Erdoğan’ın siyasi vizyonunun, söyleminin ve misyon ruhunun, katman katman siyasilere ve akademik ortamlara taşınamaması üzerine yazdığım yazılardan oluşuyor.

Küresel Siyonizm, FETÖ’cüler ve CHP öyle yıpratıcı bir dil kuruyor ki; bu milletin kaderini değiştirmekten başka bir suçu olmayan birini anlamak, savunmak ve anlatmak neredeyse suçmuş gibi bir hava oluşturuyorlar. Ne yazık ki siyaset, STK’lar ve akademik çevreler bu duruma teslim olmuş durumda.

Bu bağlamda, “AK Parti %50 oy tabanına hitap ederek bir misyon partisi olabilir mi?” başlıklı bir metin hazırlamıştım. Pandemi sonrası teşkilat eğitimlerinde bu metin ilham verici oldu. Devamında yazdığım “AK Parti’nin İkinci Yirmi Yılı” başlıklı makalede, parti yönetim kadrosunun yarısından fazlasının artık iktidar umudu taşımadığını gözlemledim.

Tüm bu şartlara rağmen Sayın Cumhurbaşkanımız; büyük vizyonu, “Büyük Türkiye” hayali, Türkiye’nin geleceğine olan güçlü inancı ve mazlum coğrafyalar için en küçük bir katkı sunma düşüncesiyle, kendisini kalabalıklardan köklü şekilde ayrıştırıyor.

Bu bağlamda, ülke sınırları dışında -CHP ve FETÖ etkisinden arındırılmış şekilde- Erdoğan’ın algısı, ülke içindeki algının on katı büyüklüğünde. Mahalleye adımını atalı kırk yıl oldu, elliye yakın ülkeye seyahat ettim; Uzak Doğu, Afrika, Avrupa, ABD, Türk devletleri… Sayamayacağımız kadar çok ülkede Türkiye ve onun lideri hakkında ortak bir kabul var. Dönüp Türkiye’ye baktığımızda ise Siyonizm, FETÖ ve CHP’nin yıpratıcı etkisi bir kez daha ortaya çıkıyor.

Mukayeseli üstünlük açısından bakıldığında, bu ülkede hiçbir değer üretmeden, çivi çakmadan eyyamcılık yapan bir zihniyet; değer, siyaset, irade ve yatırım üreten, Türkiye’yi üst lige çıkaran partinin ve liderinin üzerine öyle bir baskı ve ötekileştirme kuruyor ki metrobüste, kampüste, kahvede konuşan, bağıran CHP’liler olurken; susan, içine kapanan AK Partililer oluyor.

Bir liderin kırk yıllık siyasi hayatını değerlendirirken, meselenin nereden ele alınacağı başlı başına bir sorun olarak ortaya çıkıyor.

1- Rusya-Ukrayna Savaşı

Savaş başladığında Türkiye muhalefeti özetle şunu söyledi: “Bir an önce NATO konseptine uy, S-400’leri geri gönder, Yeni Osmanlıcılık sevdasından ve dış politikasından vazgeç.”

Peki, Sayın Cumhurbaşkanımızın tutumu ne oldu?

“Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz.”

Hem Rusya’nın Kırım işgalini kınadı hem de Batı ile Rusya arasında her iki tarafla da konuşabilecek bir pozisyonda kaldı. Özellikle NATO içinde Türkiye’nin “bağımsız-değişken” pozisyon oluşturma kabiliyeti net biçimde görüldü.

Dolmabahçe Barış Görüşmeleri’nde, sahada birbirinin kanına girmiş iki ülkenin temsilcilerinin Erdoğan’ı ayakta alkışlaması, olağanüstü bir hakkaniyeti temsil ediyordu. Zira dünyamız 200 yıldır böyle bir adalete tanıklık etmemişti.

2- 7 Ekim Filistin- İsrail Savaşı

7 Ekim’de Kassam Tugayları İsrail’e saldırdığında, başta İslam ülkelerinin yöneticileri olmak üzere, küresel Siyonizm ve Batı medyasının etkisiyle bütün dünya, Hamas’ı terörist olarak nitelemeye hazırdı.

Karşı rüzgârın kasırgaya dönüştüğü bu dönemde Filistin lehine tek bir cümle kurmak bile dünyanın en zor işi haline gelmişti.

Cumhurbaşkanımız o gün şu ifadeyi kullandı:

“Kassam Tugayları, kendi topraklarını savunan Kuvayımilliyecilerdir. Onlar vatansever direnişçilerdir.”

Bu meydan okumanın etkisi, inanın İsrail’e atılmış bir atom bombasından daha büyüktü. Bu açıklamadan sonra hiçbir İslam ülkesi yetkilisi kolay kolay Hamas için “terörist” ifadesini kullanamadı.

3- İsrail’in İran’a Saldırısı

“İsrail’in komşumuz İran’a düzenlediği saldırılar, uluslararası hukuku hiçe sayan apaçık bir provokasyondur.”

Gazze’yi yerle bir eden, İran’a saldıran ve döktüğü her kanla insanlık suçu işleyen İsrail, kendi toplumunun geleceğini riske etmektedir. Çünkü zulümle abad olunmaz.

Cumhurbaşkanımızın 40 yıllık siyasi hayatını anlamlandırmak için yalnızca bu üç meseledeki tutumu bile yeterlidir.

Tarihin doğru tarafında; adaletle, hakkaniyetle ve ilkeli biçimde durduğunuzda, şartlar dönüp dolaşıp yeniden tarihin doğru noktasına gelir.

Bugün, dünyanın yarısından fazlasının Filistin bayrağı taşıdığını düşündüğümüzde, en zor günde sarf edilen “Filistinliler kendi vatanlarını savunan Kuvayımilliyecilerdir” ifadesinin ne anlama geldiğini çok daha

iyi anlıyoruz.

Komplekse kapılmadan, çıkar hesabı yapmadan, yüksünmeden Erdoğan devrimlerinin arkasında durmak; Türkiye’nin, Türk devletlerinin,

İslam dünyasının ve insanlığın geleceğinin arkasında durmaktır.