“Sıra Türkiye’de” söyleminin zemini

İsrail’in İran’a saldırısının bölgedeki diğer ülkeleri, yönetimleri ve toplumları tedirgin etmesi gayet normal. Akıl ve vicdan tutulmasıyla malul, bölgesini ve kendisini ateşe atmakta tereddüt etmeyen Netanyahu yönetiminin, ulaşılması imkânsız mutlak güvenlik eşiğine varmak, ülke içinde muhtemel bir soruşturma sürecini engellemek, koalisyonun ömrünü uzatmak amaçlarıyla neredeyse yapmayacağı hiçbir şey yok.

Son bir haftadır televizyon ekranlarındaki haritalara bakıldığında, birbirinden kuş uçuşu 1500 km uzaklıktaki iki başkentin sürekli birbirlerini hedef aldıkları bir ortamda diğer bölge ülkelerinin kendi savunma kapasiteleri ve çatışmanın muhtemel etkilerine karşı maliyet senaryoları üzerinde kafa yormaları da jeopolitiğin bir şartı.

Ancak sahada yaşananları doğrudan “sıra Türkiye’de” söylemi ile gündemleştirmenin üstelik bunu iktidar eliyle yapmanın kendi içerisinde çok fazla sorunlu tarafı var.

Bu soruların en önemlisi dile getirilen tehdit algısının jeopolitik ve tarihi gerçeklerle tezat içerisinde olması. İran ve İsrail 1979 devriminden bu yana birbirlerinin düşmanı.

1979’de devrilen Şah yönetimi İsrail’in bölgedeki en yakın müttefiklerinden biri idi. Devrimle bu tavır tam tersi bir istikamete evrildi. O günden bu yana da Tahran adına asimetrik güvenlik değerlendirmesi ya da direniş ekseni gibi isimler koyarak kendisini İsrail’in ve onun en önemli destekçisi ABD’nin karşısına konumlandırdı. Güvenlik yapılanmalarında başta Lübnan Hizbullah’ı olmak üzere ABD ve İsrail için her zaman bir risk unsuru olarak yer aldı.

Aynı şekilde İsrail de hem kendi mücavir coğrafyasında hem de uzun menzilli suikastler ve konvansiyonel saldırılar ile İran’ı hedef aldı. İsrail liderlerinin BM konuşmalarındaki birinci tehdit her zaman İran idi.

7 Ekim’de Hamas saldırısı sonrası İsrail’in takip ettiği saldırı planlaması da aslında İran’a geçen hafta başlayan operasyon öncesi bir mıntıka temizliği olarak ilerledi. İran operasyonu sırasında Gazze şeridinden ya da Güney Lübnan’dan kaynaklanacak saldırı riskini mümkünse sıfırlamak amacını taşıyordu.

İran vurulmaya başlandıktan sonra Gazze ve Lübnan’ın durumuna bakıldığında İsrail’in bu amacına ulaştığı görülüyor. İki ülke arasındaki bu geçmişe bakıldığında bir haftalık çatışma, ölçek/başarı/zamanlama/misilleme bağlamlarında sürprizler içerebilir ama kimse böyle bir çatışma asla yaşanmazdı cümlesini kuramaz.

Türkiye ile İsrail arasında bu ölçekte bir karşılıklı tehdit algısı hiçbir zaman yaşanmadı. Üstüne Türkiye’nin NATO üyesi olmasını, İsrail’in en güçlü müttefiki ABD ile arasındaki ilişkileri hesaba kattığınızda “Bir sonraki hedef Türkiye” söyleminin altı daha da boşalıyor.

Bu tespitlerin hiçbiri İsrail’in işlediği savaş suçlarını ve çevresine zarar verme kapasitesini yok saymayı gerektirmiyor. İsrail kendi güvenliğini sağlamak gerekçesi ya da teolojik bölge ve dünya okuması ile herkes için tehdit. Akdeniz’de Suriye hava savunma sistemi tarafından düşürülen Türk F-4’ünün aslında neden orada olduğu da İsrail’in Türkiye’nin egemenlik alanları için risk içerdiğini teyit ediyor. Ülke dışında operasyon yapan İsrail uçaklarının Hatay sınırından Türkiye-Suriye sınır hattını kullanarak ve Türk hava sahasını da ihlal ederek hareket etmesi Ankara’yı bölgedeki radarlarını güçlendirmek zorunda bırakmıştı. Düşürülen F-4 de bu kapasiteyi test etmek için görev uçuşundaydı.

Türkiye’nin İsrail ile hala ticaretine devam ediyor olması da ayrı bir başlık. Eğer nihai hedef Türkiye ise herhangi bir İsrail limanına yanaşma ihtimali bulunan gemilerin neden Türk limanlarını kullanabildiği de açıklanmalı. Bırakın iki ülke limanları arasında doğrudan ticaret trafiğini, dolaylı yollardan başka ülke limanlarını kullanarak ya da kullanmış gibi göstererek ticaretin yapılmasının da an itibarıyla durdurulmuş olması gerekir.

İsrail’in İran’a yaptığı gibi Türkiye’yi doğrudan hedef almayacak olması İran-İsrail çatışmasının Türkiye’ye maliyet üretmeyeceği anlamına gelmez. İsrail’in bölge güvenliğini bozan her adımının, İran gibi bir komşu ülkede yaşanacak her türlü istikrarsızlığın en fazla zarar vereceği ülkelerden biri elbette Türkiye.

Arap Baharı burada yaşanmadı ama Mısır ve Suriye’de yaşananlar güvenlik riskleri, dev mülteci akınları, ekonomik kayıplarla Ankara için büyük maliyetler üretti. Benzer şekilde yaşanan gerilimin de Türkiye’yi endişelendirmesi son derece normal. Ankara iki ülke arasındaki gerilimi hiçbir şey yokmuş gibi seyretme lüksüne sahip değil.

Yaşanan sıcak çatışma Türkiye’nin tüm savunma kapasitesini ve önceliklerini, muhtemel balistik füze temelli bir çatışmada kendisini ne kadar savunabileceğini, karşılık verme kapasitesini ya da bölgesel bir güvenlik yapılanmasına nasıl katkıda bulunabileceğini ciddi şekilde gözden geçirmesini mecbur kılıyor.

Ancak kullanılan söylem ile takip edilen politikalar ve jeopolitik geçmiş arasındaki makasın genişliği risk analizinin arkasındaki asıl endişeleri de sorgulanır hale getiriyor.