İsrail - İran: Bazı dersler ve düşünceler

Trump, USS Carl Vinson uçak gemisi filosuna ek olarak USS Nimitz uçak gemisi filosunu da İran'a doğru çekti. Yakıt ikmal uçaklarını da hazır ediyor.

İsrail, İran'ın Natanz ve İsfahan nükleer tesislerini defalarca hedef aldı ve kuvvetle muhtemelen bunları devre dışı bıraktı.

UAEA tarafından bilinmeyen çok daha gizli başka tesisler de bulunabilecekse de bilinen üçüncü nükleer tesis Fordo'da.

Fordo nükleer tesisi granit bir dağın 90 metre kadar derininde gömülü.

Granit ile betonarme haliyle birbirlerinden çok farklı.

Bu tür bir tesise havadan bombardımanla yalnızca ABD'nin elindeki her biri 14 tonluk 6.2 metre boyundaki sığınak delici bombalar etki edebiliyor. Bu bombaları da yine yalnızca ABD'nin envanterindeki B-1 ve B-52 uçakları taşıyabiliyor.

Dolayısıyla, Netanyahu, Trump teknik ve politik olarak Trump'ı kendi başlattığı "önleyici" savaşa çekmek zorunda.

Trump'ın ise ABD'nin bölgedeki diplomatik ve askeri varlığı İran tarafından hedef alınmadıkça doğrudan savaşa karışmayacağını son günlerde görüştüğü Körfez liderleriyle paylaştığı bildiriliyor.

Ayrıca, Trump kendi tabanından da ABD'yi Ortadoğu hiçbir yeni çatışmaya ne olursa olsun sokmamak için baskı altında.  

UAEA 2023 Mart ayında Fordo'da İran'ın yüzde 83,7 oranında uranyum zenginleştirdiğini raporlamıştı.

Bu oran nükleer silâh üretimi için gereken yüzde 90 düzeyine çok yakın.

Ancak, UAEA gibi ABD istihbarat servisleri de İran’ın nükleer silâh üretmek niyetine ilişkin veri olmadığını bildirmişti.

Kaldı ki, İsrail İran'ı Umman'da ABD ile yapacağı 6. tur müzakerelere günler kala vurmaya başladı.

Demek ki, Netanyahu açısından ABD’nin İran’la varabileceği bir uzlaşı yeterli olmayacak, bugün söylediği üzere İran’ın sivil nükleer programından da vazgeçmesi ve tesislerini tümüyle UAEA denetimine açması gerekecekti.  

Önleyici saldırının uluslararası hukuk açısından öz savunma (!) anlaşılabilmesi için ancak Batı nezdinde İsrail kadar yaygın ve etkin politik, diplomatik, akademik ve medyatik güce sahip olmak gerek.    

İran hava savunma bakımından "çıplak" olduğu gibi diplomatik açıdan da yapayalnız.

İran Gazze, Lübnan ve Suriye’deki uzantılarını ve DMO Kudüs Tugayı gibi “yeraltı” mevcudiyetini yitirdiği, Irak’taki Şii milis güçleri etkisizleştiği ve Yemen’deki Husiler yetersiz kaldığı için de kendini savunma açısından seçeneksiz.

İran Başbakanı Pezeşkiyan “nükleer silâh üretme niyetlerinin hiç olmadığını”, Dışişleri Bakanı Arakçı “İsrail saldırıları durdurduğu takdirde derhal ateşkese hazır olduklarını” belirtse de, öldürülen DMO komutanı Selami’nin yerine vekaleten atanan Bakpur “İsrail dursa da biz durmayacağız” yollu açıklamaları sürdürüyor.

İran’ın temel sorunlarından biri bu: Pezeşkiyan, Arakçı gibi “makul” siyasetçiler, diplomatlar veya son 20 yılda onlardan önce gelmiş benzerleri bir yandan Batı’yla müzakere ederlerken aynı zamanda Hameney ve ona bağlı DMO mensuplarını da mantık dairesinde tutmaya çabalıyor.

Dolayısıyla kaygan zeminde yokuş yukarı bir uğraş veriyorlar. Benzer biçimde İran adına müzakere eden diplomatların kendi rejimlerinin karanlık unsurlarının o arada bölgede nelerin peşinde olduklarına ilişkin hiçbir bilgilerinin bulunmadığı da gerçek.

Bir yandan müzakere edilirken bir yandan en üst düzeyden yetkililer çıkıp “İsrail haritadan silinmeli” deyince bu anlayışta bir rejimle müzakere kendi kendini boşa düşürüyor.

Buna karşılık eğer önceki JCPOA’ya Trump sadık kalsa veya bu anlaşmayı Biden canlandırabilmiş olsa İran’ın nükleer silah edinmesi etkin UAEA denetimiyle önlenebilecekti.

“İran” deyince “rejim” anlaşılıyor. İran halkının ne Yahudilere (1979’da İran’da 60 bin olan Yahudi sayısı bugün 8 bin olsa da) ne İsrail’e özel bir düşmanlıkları var.  

Hatta Gazze konusunda bile İran’ın halkının Müslüman toplumlar arasında duyarlılığı en düşük olanı olduğu ileri sürülebilir. 

Netanyahu’nun İran’da nükleer kapasiteyi ortadan kaldırmakla (kaldı ki bunu yapabileceği kuşkulu, baskın olasılıkla belki bir beş yıl daha güvenlik “satın almış” olabilecek) durmayacağı, “molla rejimini” devirmek istediği belirginleşti.

Rejimin devrilmesi hem zor hem devrildiği takdirde kimin elinde silâh varsa o yönetime oturacak.

Ayrıca, İran’da Farslar nüfusun ancak yarısını oluşturuyor. Ülkenin Azeri, Kürt, Beluç ve Arap etnik hatlar üzerinde kırılganlaşması hatta parçalanması, İran’da bu etnisitelerin her biri kendilerinin çoğunlukta olduğu eyaletlere sahip oldukları da dikkate alındığında denkleme dahil edilmesi gereken bir başka sakınca veya olasılık.  

Bu unsurların bir bölümünü bir arada tutan Şiilik ise, asıl zorlayıcı unsurun mutlak velayet-i fakih rejimi olduğu görülüyor.

2025 yılı itibarıyla dünyada iki milyarı aşan sayıda Müslüman varsa bunun yüzde 10-15’ini oluşturan Şiilerin İran, Irak, Azerbaycan ve Bahreyn’de çoğunlukta (Lübnan’da da Müslüman nüfus içinde çoğunluk ve nüfusun en kalabalık unsuru) oldukları da akılda tutulmalı.  

Bu olası “rejim değişikliği” süreci Libya, Irak ve Suriye’yi andırabilir ve “şiddet tekeli” tesisi de mümkün olamayabilir.

Öyleyse, büyülü sözcük yahut aranan denge durumu “istikrar”mı olmalı “demokrasi” mi? Demokrasi ihraç edilebilir mi, kendiliğinden yeşertilebilir mi?

Bunlar tek satırlık yanıtları olmayan büyük sorular. Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiği defalarca deneyimlendi. 

Düzen bozucu olmamaktan söz edildiğinde de o “düzeni” kimlerin kurup, kimlerin koruduğu gibi başka afaki sorular devreye giriyor.

Buna karşılık “sorunları çıkaran İsrail” denilerek söze girildiğinde, gösterilecek çözüm yolu İsrail'in ortadan kaldırılması değil dizginlenmesi, çerçevelenmesi olmalı.

Askerî açıdan yalnızca balistik füzelerin ve SİHA’ların hava savunma sistemleri ve hava kuvvetlerinin yerini tutmayacağı bir diğer ders.

Diplomatik açıdan bir ders ise “ipe un sermek”, eylem söylem makasını açık tutmak, “bayrağı dikip bir adım geri adım atmamak” gibi yaklaşımların bilmem kaç adım sonrasını düşünmek gerekçesiyle “satranç oyunculuğu” sanılmaması gerektiği.  

Türkiye tek başına âleme veya bölgeye nizam verecek değil. En üst perdeden bağıran en etkin diplomasiyi izlemiş olmuyor.

Ankara ancak eskiden olduğu gibi hem İsrail hem İran’la konuşabilseydi etkin bir diplomasi izleyebilirdi. O günlerde ne denli uzak olduğumuz herhalde yeterince açık.

Acil Servis nöbetindeki bir cerrahın her yeni vaka geldiğinde saçlarını yolarak, gözyaşlarıyla feryatlar ederek kendini yerlere atması hasta/yaralı yakınına nasıl güven vermezse liyakat sahibi diplomatın, devlet insanının da işini aynı soğukkanlılık ve titizlikle yapması beklenmeli.

Hipokrat Yemini’ne sadık bir hekim gibi diplomat da her koşulda kendi ülkesinin ulusal çıkarlarını, kamu yararını gözetmelidir.

Otoriter rejimlerin kendi ürettikleri bir varoluşsal sorun da yine rejimin devamı adına sadakati liyakatin önüne koymalarında.