Türkiye’nin kimliği, Ankara’nın dış politikası

Türkiye’nin kimliği, Ankara’nın dış politikası

Lula Fransa’da:

Brezilya Cumhurbaşkanı Lula alışılmışın dışında beş günlük bir Fransa gezisinde. Kabataslak ifadelerle, ev sahibi Cumhurbaşkanı Macron da konuk Lula da “solcu” ve Fransa’da da Brezilya’da da başkanlık sistemi var.

Okuma yazma bilmeyen bir annenin sekiz çocuğundan biri olan Lula on yaşında ayakkabı boyacılığı yaparak çalışmaya başlayıp, daha otuz yaşındayken ülkesinin güçlü metal iş kolu sendikasının başkanlığına erişiyor. 35 yaşında İşçi Partisi’ni kuruyor ve dördüncü denemesinde başkanlığı kazanıyor.

Macron’un ise annesi ve babası hekim. En seçkin okullarda aldığı eğitiminin ardından Rotschild’de yatırım bankacılığı yaparak hatırı sayılır bir kişisel servet sahibi oluyor. Sosyalist Cumhurbaşkanı, Hollanda’da ekonomi konusunda önce danışmanlık sonra bakanlık yapıyor. Yeni bir siyasal hareket (yahut bir “kampanya makinası”) kuruyor. Hayatında herhangi bir konum için girdiği ilk seçimi kazanarak cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturuyor.  

 

1945 doğumlu Lula, Brezilya’nın 1964-85 arasındaki askeri diktatörlüğünün siyasal ürünü. 1977 doğumlu Macron ise Cezayir bağımsızlığını kazanmasının ardından ve Mayıs 1968’den sonra doğan ilk Fransa cumhurbaşkanı. Meclis çoğunluklarının olmaması ise iki liderin ortak noktası.

Söz konusu beş günlük ziyarette uluslararası kredisi yüksek Lula ev sahibini Filistin’i tanımaya, uluslararası kredi arayışındaki Macron ise konuğunu Ukrayna’yı desteklemeye imale etmeye çabalıyor. Buna karşılık aralarındaki makas kapanacak gibi değil.

 

Lula-Macron karşılaştırmasından kimi esinler:

Bu güncel diplomatik ziyaret ve kısa karşılaştırmadan bize bazı dersler çıkıyor:

Günümüz solunun çoğul bir aile olduğu ve dünün soluna pek benzemediği gibi artık merkeze veya merkezden açılan geniş bir çatı olarak da yorumlanabileceği.

Tek parça bir popülizmden değil ülkelerin/liderlerin kendi popülizmlerinden söz edilebileceği; popülist liderlerin özellikle Ukrayna ve Filistin konularında ayrışabileceği; dolayısıyla ortak bir “popülist dış politika kılavuzu” da bulunmadığı.

Dış politikanın doğal olarak ulusal çıkarların gözetilmesine dayandığı; eskinin Üçüncü Dünya’sında bugünün Küresel Güney’inde yer alan devletlerin yeni çok kutuplu dünya düzeni ya da düzensizliğini kendi çıkarlarına gördükleri, dolayısıyla Çin ve Rusya’dan tehdit algılamadıkları.

Küresel baskın eğilimin hariciye kançılaryalarının giderek birer sekreteryaya indirgenmesi yönünde olduğu, “gerçek” diplomasinin “bir numaralar” arasına sıkışırken hızlanarak doğrudanlaştığı.

Diplomasinin olağan doğasına uygun olmayan bu hızın, bu “gerçek zamanlı” ilişkilerin “PR” yönünü öne çıkardığı; sessiz ve derinden, perde gerisinden yürütülecek sonuç alıcı girişimlerin seyrekleştiği.

Bu bağlamda günümüz dış politikalarının tutarlı ve kapsamlı stratejilerden çok kriz yönetimi niteliği öne çıkan, “yangın söndürme” faaliyetleri ve perakendeci pazarlıkçı temaslardan oluştuğu; değerlere dayanan müdahalecilik döneminin hepten kapandığı.

Türkiye’nin kökleri cumhuriyetten önceye uzanan derin demokrasi ve diplomasi geleneklerinin bir arada aşındığı; buna karşılık dünle gidenin geri gelmesi olasılığının da -nasıl geçen yüzyılın ilk çeyreğinde aristokrasi ortadan kalktıysa onu andıran biçimde- ortadan kalktığı.

Türkiye’nin organik kimliği, tarihsel yönelimi, diplomasi sicili:

Toplumsal muhalefetin kurumsal dinamosu kimliğiyle CHP, Cumhuriyetimizin dış politikasının okunaklı, anlamlı, tümleşik ve tutarlı bir bütün olması gerektiğini savunuyor.

Bu yapıyı kurabilmenin yolu önce “ulusal kimlik” meselesinin çözülmesinden, “biz kimiz?” sorusuna ikna edici bir yanıt verilmesiyle işe koyulmaktan geçiyor.

Türkiye bir tarafıyla Ortadoğu’da da ama Ortadoğulu bir devlet değil.

Nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman ancak laik bir Cumhuriyet.

Cumhuriyet yurttaşlığı her bireyin anayasa çatısı altında ve yasalar önünde eşit olmasını gerektirirken, devletin etnisite ve inanç ayrımlarına “kör” olmasını da zorunlu kılıyor.

Dış politika yapıcılarının ve uygulayıcılarının düzenli ve zamanlı biçimde önce TBMM’ye hesap verebilmeleri ama medya, sivil toplum ve akademi tarafından da aynı biçimde sigaya çekilebilmeleri ve buralardan da beslenebilmeleri gerekiyor.

Türkiye Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi (1949), NATO müttefiki (1952), Avrupa Birliği üye adayı (2004).

Akdeniz’e uzanan bir yarımada, doğu-batı göç yolları üzerinde ve Ukrayna ile Gazze işgalleriyle süren savaşların arasında yer alan konumuyla yüksek jeostratejik öneme sahip.

Selçuklu’dan Osmanlı’ya, kuruluş döneminden imparatorluk dönemine, oradan hem Avrupalı hem “Avrupa’nın hasta adamı” olmaya ve nihayet ilk dünya savaşındaki yıkılıştan sonra Atatürk’le gelen yeniden doğuş ve ikinci dünya savaşının dışında kalma becerisine dek tarihsel yönelimi Batı’ya ve çağdaş uygarlık düzeyine doğru.

Cumhuriyeti kuran “şuur ve tasavvur” diplomasiye de yapı taşları olarak yansımış; 1923 Lozan, 1926 Tahran ve Ankara, 1936 Montrö, 1939 Hatay üst üste konularak bugünlere dek sarsılmayan temeller atılmış.

Buna karşılık Soğuk Savaş’ın bitişi “ıskalanmış”, 2000’ler NY İkiz Kuleler saldırısı ile açılırken cumhuriyet İslâmcı iktidar ve onun ideolojik dış politikasıyla tanışmış, Irak ve Suriye’de olanlar, IŞİD vb. sınamalar karşısında bocalarken, AB üyeliği trenini de kendi hatalarıyla kaçırmış.

Ankara’nın yeni dış politikası:

Öyleyse “sandık önümüze, adayımız yanımıza” geldikten sonra kurulacak ilk sandıkta siyasetten emekli edilecek Erdoğan’dan sonra temel dış politika tutumu nasıl olmalı?

Yapıcı, yaratıcı ve çözüm odaklı.

Her sınamaya “varoluşsal sakınca” damgası vurmayan ama gerçek varoluşsal sınamaları da işine gelmediği, ideolojisine uymadığı için göz ardı etmeyen.

Davranışından ürkülen değil düşüncesini duymak üzere başların döndüğü; ne yapacağı kestirilemeyen değil öngörülebilir ve uzgörülü.

Mutlaka gerçekleşeceği inancıyla AB üyeliği hedefini dış politika yapısının alınlığına yazan, gerisini bu hedefe göre dizen, düzenleyen.

Yunanistan’la var olan sorunlar kataloğunu bir bütün halinde tescilletirken çözüm için sürekli yapıcı diyalogu önceleyen.

Kıbrıs konusunda akılcı davranıp, bu dosyanın AB üyelik hedefi başta pek çok diğer dış politika alanıyla ilintisini de teslim ederek, gerçek çıkarlarımız doğrultusunda çözümünü savunan.

Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Sözleşmesi’ni anlayıp benimseyecek, mevzuattaki “terör suçu” tanımını AB yerleşik müktesebatına uyarlayacak, AİHM (ve tabiatıyla AYM) kararlarını eksiksiz ve hemen uygulayacak, İstanbul Sözleşmesi’ne derhal geri dönecek.

Terörle mücadelede sınır ötesi askeri harekâtların otomatik seçenek olmaktan çıktığını ve sınırötesi/denizaşırı askeri varlıkların sivil denetimsiz biçimde kendiliğinden genişleyip kalıcılaşmasının yakın erimde diplomatik ayakbağı olma sakıncasını gören.  

Stratejik özerklik arayışının ancak üyesi bulunan ittifaklar ve teşkilâtlar içinde gür ses çıkararak ve ikna edici tutumla gerçekleşebileceğinin bilincinde olan ve öyle davranan.

Sonuç niyetine:

Yukarıda yazılı esasen genelgeçer doğruların ve akılcılık gereklerinin “soldan” küreselcilik, Atlantikçilik; “sağdan” Batıcılık, özgüven eksikliği, yerli ve milli olmamak gibi yine esasen içi/altı boş eleştirilerin hedefi olacağı açık.

Oysa hayaller tasarım değil: Tarih şuuru ve gelecek tasavvuru olmadan dış politikada etkinlik beklenmemeli.

“Ne yapmak, nereye varmak istemek” temel sorularına yanıtlar, önce “biz kimiz” sorusu yanıtlandıktan sonra üretilebilir. 

Deyim yerindeyse “aynalarla kavgalı” bir ülkenin dış politikasının kamu yararına yürütülmesi de olası değil.

Uluslararası saygınlığın sağlanması zor, yitirilmesi kolay. Sürekli bağırarak, kabadayılıkla, kol bükerek, gösteriş yaparak yahut tersine güçlü olana yaltaklanarak, salt ticari ve finansal çıkarların peşinden sürüklenerek, esen yele göre fırıl fırıl dönerek itibar tesis edilemiyor.

Halbuki diplomasiyle itibar elde etmek, bir ülkenin işini devletler arası ortamda kolaylaştırmanın en düşük maliyetli yordamı. Diplomasi, kokpitte oturan pilotun karanlıkta, yoğun siste ve fırtınada da güvenli seyrini sağlayacak verileri altimetre, radar vb. misali sunan bir gereç.  Hep birlikte kazandığımızda, dış politika hızla toparlanacak ve “kendine” gelecek.