Yakın tarihimizin belki de en karmaşık dönemlerinden birisini yaşıyoruz. Ekonomik tufan ve toplumsal çözülme bir arada. Krizler yumağı içinde bir yandan üç ayrı koldan yürüyen İmamoğlu operasyonuyla otoriterleşmenin, siyasi alanı daraltmanın ve baskılamanın bir ton daha yoğunlaştığı günlerden geçiyoruz. Bu sürecin etrafında şekillenen siyasi ve hukuki süreçler, kararlar, bunlara karşı gelişen toplumsal tepkiler, gençlerin itirazı, CHP mitingleri... Diğer yandan umutları dirilten Devlet Bahçeli çağrısıyla başlayan, PKK’nın fesih açıklamasıyla süren yeni bir açılım süreci… Bu iki ters yönlü gibi görünen hareketin bağlamı olan derin ekonomik ve toplumsal kriz, çaresizlik, umutsuzluk.
Türkiye uzun süredir yüksek sesle konuşamadığı bir eşiğin kenarına yeniden geliyor: Silahların devreden çıktığı, kimlik taleplerinin siyasetin konusu haline geldiği, tarafların çözüm arayışına girdiği bir eşik. Bu eşiği önemli kılan yalnızca PKK’nın fesih kararı ya da Bahçeli’nin yazılı mesajlarıyla yönlendirdiği ve rayda tuttuğu açılım süreci değil. Asıl önemli olan sürecin seyrinde bariz biçimde değişen kavramlar, aktörler ve zihniyetler ki bunların ne kadar kalıcı olabileceğinden henüz emin değiliz.
PKK’nın silah bırakma sürecine girdiği ve kendini feshedeceğini açıkladığı bir dönemdeyiz. Bu gelişme, Abdullah Öcalan’ın önerisiyle ve örgütün yeni bir ideolojik pozisyon benimsemesiyle şekilleniyor. Açıklamalarda “eşit vatandaşlık” temelinde bir Türkiye vurgusu yapılıyor ve ayrılıkçı taleplerden uzak duruluyor. Bu, örgütün geçmiş çizgisine göre önemli bir değişim anlamına geliyor.
PKK’nın bu kararı, devletle yürütülen örtülü müzakerelerin bir sonucu olarak görülüyor. Ancak bu sürecin kesin olarak nereye evrileceği henüz belirsiz. Sürecin hala birçok riske, sabotaja açık olduğu ve toplumsallaşmadan başarıya ulaşmasının zor olduğuna dair yeterince deneyimimiz de var.
Kısacası, evet PKK silah bırakıyor ama bu kararın fiilen uygulanması, toplumsal kabulü ve siyasal yapıya etkilerinin zaman içinde netleşeceği anlaşılıyor. DEM Parti ise bu gelişmeyi barışa giden yolda bir fırsat olarak değerlendiriyor ve toplumsal uzlaşmanın yeniden inşasını öne çıkarıyor. DEM Parti, bu tarihi eşikten “ezber bozma” davetiyle sesleniyor ve PKK’nın kararını bir teslimiyet ya da taviz olarak değil, ortak yaşam çağrısı olarak değerlendiriyor.
PKK’nın ilan ettiği fesih kararıyla birlikte ideolojik pozisyonunu değiştirmesi, özerklik ya da ayrılıkçı taleplerden uzaklaşan yeni bir “eşit yurttaşlık” vurgusu yapması, şu zamana kadar alışılagelmiş kalıpların dışına çıkıldığına işaret ediyor. Bu, salt bir silah bırakma meselesi değil; yeni bir siyasal tahayyül, yeni bir hikâye ihtimali gibi görünüyor.
Öte yandan PKK açısından Suriye’deki fırsatın ve olası risklerin etkisini de ihmal edemeyiz. Bir bakıma “terörsüz Türkiye” hedefine ulaşmak yalnızca bizim yapacaklarımıza değil Suriye’de olacaklara da bağlı.
Bahçeli bir kez daha ön alarak komisyon önerdi
Şimdi Devlet Bahçeli bir kez daha gündemi belirledi ve TBMM Başkanı’nın çağrısı ile “Yeni Yüzyılın Terörsüz Türkiye Stratejisi; Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu” kurulmasını önerdi. Bahçeli’nin “komisyon” önerisi PKK’nın silah bırakıp kendini feshedeceğine dair yayınladığı bildirinin hemen ardından geldi. Önerinin içeriğine odaklanmadan önce şunu not etmek gerekiyor; Bahçeli bu sürecin öncüsü ve belirleyicisi olma rolünden vazgeçmeyeceğini gösteren kararlılıkla yürüyor.
Devlet Bahçeli’nin açılım süreci kapsamında bir komisyon önerisi getirmesi, geleneksel olarak “sert milliyetçi” çizgide duran MHP’nin önemli bir pozisyon değişimini işaret ediyor olabilir. Bu öneri birkaç açıdan anlamlı bana kalırsa.
Birincisi, komisyon önerisi, mevcut sürecin artık örtülü müzakerelerden çıkarılıp daha resmi, şeffaf ve hesap verebilir bir zemine çekilmesi anlamına gelebilir. İkincisi, Bahçeli’nin önerisi, sürece karşı kamuoyundaki şüpheleri azaltmak hem Türk hem Kürt kamuoyunu sürece ikna etmek için bir meşruiyet zemini kurma çabası olabilir. Komisyon, farklı siyasi aktörlerin ya da tarafların sürece katılımını sağlayarak, yalnızca hükümetle sınırlı bir sürecin ötesine geçme fırsatı geliştirebilir. Üçüncüsü, Bahçeli’nin bu öneriyi getirmesi, aynı zamanda sürecin “kontrolden çıkmaması” ve “taviz gibi algılanmaması” yönündeki bir önlem olarak da okunabilir. MHP sürecin seyrine yön verme, sınırlarını belirleme ve kendi tabanını ikna etme ihtiyacı duyuyor olabilir. Dördüncüsü de bu öneri, MHP’nin Kürt meselesini artık yalnızca güvenlik penceresinden değil, siyasi ve toplumsal boyutlarıyla da ele almaya başladığını gösterebilir.
Eğer bu okuma doğruysa, öneri Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü açısından önemli bir zihinsel ve siyasal eşik anlamına gelir. Bahçeli’nin böyle bir öneriyi dile getirmesi siyasetteki paradigma değişimi arayışının bir göstergesi de olabilir. Belki de bu önerinin hayata geçmesi, geniş bir siyasi uzlaşmanın inşa edilebilme ihtimali siyaset alanının da değişimine dönük çok önemli bir eşiğin aşılmasını sağlayabilir.
Öte yandan iktidarı oluşturan koalisyonun sert milliyetçilikle özdeşleşmiş figürlerinden biri olan Bahçeli’nin komisyon çağrısı, yeni hikâyeye bir kapı aralama ama o kapıyı da sıkı denetim altında tutma çabası olarak da okunabilir.
Elbette bu noktada iyimserlik kadar temkin de gerekiyor. Geçmişin tecrübeleri, her adımın her an provoke edilebileceğini, sürecin içindeki farklı aktörlerin farklı hesaplarla harekete geçebileceğini öğretti bize.
Yaygın duygu umutlanma çabası ama…
DEM Parti ve PKK’nın son açıklamaları ile Devlet Bahçeli’nin komisyon önerisini birlikte değerlendirdiğimizde, aralarında belli bir uzlaşma alanı olduğu görülüyor.
DEM Parti bu süreci bir barış fırsatı olarak görüyor, toplumsal uzlaşmayı önceleyen ve ezber bozan bir tutum çağrısında bulunuyor. Bahçeli’nin önerdiği komisyon, PKK’nın silah bırakma kararını siyasal zeminde ele almak ve yönlendirmek için bir kurumsal çerçeve sunuyor. Bu öneri, “ne teslimiyet ne taviz” şeklinde tarif edilen karşılıklı pozisyonlarla ve özellikle DEM Parti’nin pozisyonuyla örtüşüyor.
İki tarafı da yeni pozisyonları sürecin sonunda savaşın galibi ve mağlubunu ilan etmektense, ortak bir barış dili arandığını gösteriyor olabilir. Tam da bu durum şimdilik umut vaat eden noktaya işaret ediyor. En sert iki uçtaki pozisyon ve söylemlerin arasında “ne teslimiyet ne taviz” şeklinde tanımlanan bir yeni pozisyon arayışı üzerinde bir uzlaşma zemini oluşmuş gibi.
Bahçeli’nin komisyon önerisi iki tarafın da ortaklaştığı ikinci noktayı gösteriyor, siyaset alanının genişletilmesi. DEM Parti ilk andan beri bunu talep ediyor, Bahçeli ise komisyon önerisiyle bu alanı çerçeveleyerek yine siyasi alana işaret ediyor.
İki tarafın da ortaklaştığı üçüncü nokta ise toplumsal barış ve onurlu yaşam çağrısı: Her iki taraf da barışı bir gereklilik ve zorunluluk olarak tanımlıyor. Bu da stratejik bir uyum noktası.
Öte yandan taraflar arasında elbette kolay uzlaşılamayacak yaklaşımlar da var. Birinci nokta, Bahçeli ve MHP’nin süreci “açılım” değil “millî güvenlik çerçevesinde çözüm” olarak görmesi, sınırlı bir uzlaşma niyeti taşıdığını gösteriyor. DEM Parti ise, meseleyi genel bir demokratikleşme ve sistem reformu başlığı altında ele almak istiyor.
Taraflar arasında tanım farklılıkları, siyasi gelecek beklentileri ve tabanlarının algıları, sürecin kırılganlığını artırıyor. Öte yandan CHP başta muhalefetteki aktörlerin de çoğunluğu bu kez başından beri sürece destek veriyor. İktidarın baskı politikalarının en büyük mağduru olan sivil toplum aktörlerinin büyük çoğunluğu da yaşadıklarına, iktidara karşı olan güvensizliklerine karşın sürecin sonuna umutla bakmaya çabalıyor. Esas itibarıyla muhalif aktörlerin büyük çoğunluğu güvensiz, umutsuz olsalar da sürece zihni ve siyasi engel olmamaya gayret ediyorlar.
Barış sadece silah bırakılmasıyla gelmez
Evet, geniş bir uzlaşma zemini oluşmuş durumda ama bu zemin çok dikkatli adımlarla yürünmesi gereken bir zemin. Süreç ve politikalar şeffaflıkla ve toplumsallaşmayla inşa edilmezse hızla dağılabilecek bir kırılganlık taşıyor. Ortak alan; silahların devreden çıkması, barışın zorunluluk haline gelmesi ve yeni bir siyasal alan arayışıdır. Ancak bu sürecin başarılı olabilmesi için toplum da sürecin sahici öznesi haline gelmelidir.
Toplumsal barışın inşası, sadece devlet ile bir örgüt arasında geçecek bir mutabakatla mümkün değil. Siyaset alanının geneline, topluma yayılmadan, kamusal alanda ortak bir dil ve vicdan oluşmadan bu yeni pozisyonlar kalıcı olamaz. Bu adımlar yalnızca çatışmasızlık sağlayan teknik düzenlemeler olarak görülürse, sorunlar başka biçimlerde geri dönebilir. Çünkü barış, sadece silahların susması değil, aynı zamanda taleplerin siyasi temsil alanında yer bulmasıdır. Bu noktada açılım ve demokratikleşme ayrımına dikkat kesilmek gerekiyor.
Açılım süreci çoğu zaman yalnızca Kürt sorununa özgü, kısa vadeli ve hükümet merkezli bir çaba olarak görülüyor. Oysa demokratikleşme; anayasal eşitlik, ifade özgürlüğü, yerinden yönetim gibi geniş bir reform alanını içeriyor. Kürt meselesi bu demokratikleşme çerçevesinin yalnızca bir parçası. Açılımın kalıcı başarıya ulaşması için demokratikleşmenin eşlik etmesi şart. Aksi takdirde, çözüm kısa vadeli bir çatışmasızlık dönemiyle sınırlı kalır ve derin toplumsal meseleleri dönüştüremeyiz.
Kürt meselesi çok katmanlı ve duygusal bir zemin taşıyor. Ancak bizdeki derin siyasal ve kültürel kutuplaşma, siyasal ve toplumsal farklılıkların iç içe geçtiği bir yapı, bu süreci daha hassas hale getiriyor.
Ancak sürecin hâlâ şeffaflıktan uzak, kurumlar üstü ve siyasi çoğulculuktan uzak bir zeminde ilerliyor olması, barışın kalıcılığı açısından riskler taşıyor.
Siyasi aktörlerin süreci yalnızca “silahlı bir yapının tasfiyesi” olarak değil, daha geniş bir demokratik yeniden kuruluş olarak görmeleri gerekiyor. Bu, yalnızca Kürtler için değil, tüm yurttaşlar için daha adil, katılımcı ve özgür bir toplumsal yapının inşası anlamına gelir. Gerçek barış, yalnızca kurşunların susması değil, söz hakkının yaygınlaşmasıyla mümkündür.
Türkiye bir kez daha tarihi bir eşiğe gelmiş olabilir. Bu kez eşiği aşmanın yolu, açılım ile demokratikleşmeyi birbirinden ayırmadan, birbirini tamamlayan iki süreç olarak birlikte inşa etmekten geçiyor.
Zihinlerimizdeki barikatları aşmak, zihni ve duygusal ambargolardan kurtulmak, şimdi bu yeni sürecin en kritik eşiği. PKK’nın silah bırakması ve devletin siyaset alanına çağrısı, bu zihni ve duygusal ambargolara ilk darbeyi vurmuş olabilir. Ama barış, yürek istiyor. Çünkü barışı inşa etmek, savaşmaktan daha zor bir iş.