Türkiye tuhaf bir ülke. Bir yanda giderek artan baskı, yargı eliyle muhalif sesleri susturmaya yönelen ana muhalefet partisinin belediye başkanlarını, barışçı gösteri yapma hakkını kullanan gençleri, bir partinin Cumhurbaşkanı adayını cezaevine koyan, tam bir otoriter rejim olma yolunda hızla yürüyen bir iktidar ve buna karşı direnen, demokrasi, özgürlük mücadelesi veren, gençlerin önemli bir rol oynadığı halk var. İktidar, halkın çoğunluğunun desteğini yitirmiş, rıza üretmekten vazgeçmiş, baskı, şiddet yoluyla iktidarını sürdürmeye çalışıyor.
Öbür yanda ise “terörsüz Türkiye” sloganı altında yürütülen bir açılım süreci var. Orada başka bir dünya var. Her şey toz pembe. Çağrılar yapılıyor, ziyaretler gerçekleştiriliyor, topluma barış dolu iyimser mesajlar veriliyor. Her ziyaret çok iyi, çok olumlu geçiyor.
Açılım süreci silahların bırakılması gibi dar bir alana sıkışmış. Bunun içinde demokrasi, Kürt sorununa barışçı bir çözüm getirilmesi, bu amaçla bir müzakere sürecinin başlatılması yok. Kürt sorununun çözümü için demokratik bir çerçeve gerekiyor. Ancak demokrasi, hukuk devleti, insan haklarının geçerli olduğu bir Türkiye’de Kürt sorununa kalıcı bir çözüm bulunabilir.
Başka uluslararası örneklerde de görüldüğü gibi, Kürt sorunu gibi kimlik sorunlarının çözümü bir demokratikleşme süreciyle el ele yürütülmekte. Güney Afrika bunun iyi bir örneği. 1990’da iktidardaki Ulusal Parti ile Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi arasındaki görüşmeler aynı zamanda bir demokratikleşme sürecine yol açtı. 1994’te ilk kez demokratik seçimler yapıldı. Bu seçimlerle Afrika Ulusal Kongresi oyların yüzde 62’sini alarak iktidara geldi. Nelson Mandela devlet başkanı seçildi. Arkasından yeni bir demokratik anayasa yapıldı. Geçmişin acılarıyla hesaplaşmak için bir hakikat komisyonu kuruldu. Apartheid sorununun çözümüyle demokratikleşme birbirlerine paralel olarak, birlikte ele alındı.
Bizde ise bunun tam tersi oluyor. Açılım süreciyle demokratikleşme birlikte değil, ters yönde yürüyorlar. Açılım süreci ilerledikçe iktidar baskıyı arttırıyor. Demokrasiden daha fazla uzaklaşıyoruz.
Ters yönde gelişen bu iki süreç birbirinden bağımsız, ayrı kompartımanlarda yürütülüyor. İktidar bloku böyle istiyor ve bunun mümkün olduğuna inanıyor.
Gerçekte her iki süreç de iktidarın, iktidarda kalma, var olma stratejisinin parçaları. Bir yandan Cumhurbaşkanlığı’nın en güçlü adayı saf dışı bırakılırken, öbür yandan Kürt oylarına göz kırpılıyor. Aynı zamanda DEM Parti ile CHP arasındaki yakınlaşmayı engellemek, bir demokratik ittifak olasılığını önlemek, DEM Parti’yi iktidar bloku saflarına çekmek amaçlanıyor.
Uluslararası konjonktür de iktidarın giderek otoriterleşmesine, ülke içinde terör havası estirmesine yardımcı oluyor. Trump’ın ikinci kere iktidara gelmesiyle demokratik devletler topluluğunun benimsediği değer sistemi büyük bir erozyona uğradı. Kaba güce dayanan yönetimler geçerli olmaya başladı. Çin ve Rusya bu tür yönetimlerin önde gelen örneği. AKP Türkiye’si de Putin Rusya’sı olmaya doğru gidiyor.
Şurası gerçek ki PKK, Öcalan’ın çağrısına uyarak silahları bıraksa, sonra da kendisini feshetse bile Kürt sorunu var olmayı sürdürecek. Bu sorun Türkiye toplumu ve devleti için bir demokrasi sınavı olacak.
Sorunun çözümünü AKP-MHP blokundan beklemek boşunadır. İktidar bloku silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshetmesi dışında tek kelime etmemekte. Söylediği zaman da “Kürt sorunu yoktur, sorun terör sorunudur.” görüşünü benimsemekte.
İktidarla Kürt hareketi arasında zımni ya da açık bir anlaşma olup olmadığını, silah bırakılması ve PKK’nın feshine karşılık Kürtlere ne verildiğini bilmiyoruz. Silahların bırakılmasından sonra demokratikleşme çerçevesinde Kürt sorununa çözüm kanallarının açılması beklentisi varsa, mevcut gelişmeler beklentinin gerçekleşmeyeceğinin açık bir göstergesi. İktidarı kaybetmek telaşı içindeki iktidar bloku muhalefete karşı adeta yargısal bir savaş açmış durumda. Her gün iktidarın daha otoriter bir yapıya evrildiğini görüyoruz. İktidarın bir kere bu yola girdikten sonra geri dönmesi, demokrasi yolunda adımlar atması beklenemez. İktidar bakımından silahların bırakılması ve PKK’nın feshiyle sorun bitmiş olacak. Bunun ötesinde adım atmaya niyetli gözükmemekte.
AKP-MHP iktidar blokunun birbiriyle çelişkili iki süreci birlikte yürütme olanağını bulması biraz da muhalefetin tutumundan kaynaklanıyor.
Kürt siyasal hareketi ve DEM Partisi iktidarın paradigmasını kabul etmiş görünüşü vermekte.
Her ne kadar Öcalan’ın çağrısının adı “Barış ve Demokrasi Çağrısı” ise ve çağrı metninde “demokratik bir toplum ihtiyacının kaçınılmaz olduğu”, “PKK’nın güç ve taban bulmasının demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklandığı”, “Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabileceği” gibi ifadeler yer almakta ise de ve metne Sırrı Süreyya tarafından Öcalan’ın talimatıyla “Pratikte silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshi demokratik siyaset ve hukuki boyutunun tanınmasını gerektirir” şeklinde bir ekleme yapılmışsa da, “pratikte” silahların bırakılmasıyla demokratikleşme arasında bir ilişki kurulduğunu gösteren hiçbir işaret mevcut değil.
Oysa Dem Partisi’nin ve Kürt hareketinin iktidarın paradigmasını kabul etmek yerine Öcalan’ın çağrısına uygun olarak, demokratikleşmeyi silahların bırakılmasının bir koşulu olarak ileri sürmesi ve bunu demokratikleşme için bir fırsata çevirmesi beklenirdi. Bu fırsat kaçırılmışa benziyor.
Bunun yanında ana muhalefet partisi CHP, başarıyla yürüttüğü demokratik toplumsal mücadelenin içine Kürt sorununun barışçı çözümünü dahil etmedi. Kürt sorunu konusunda CHP’nin tutumu, demokrasi çerçevesinde çözüm için inisiyatif almak yerine çözüme engel olmamak şeklinde. Yani pozitif bir tutumdan çok negatif bir tutum.
Böyle olunca Kürt sorunuyla ilgili bir demokrasi boşluğu, bir çözüm arayışı eksikliği ortaya çıkıyor. Bu boşluğu doldurmak amacıyla bir sorumluluk sahibi yurttaşlar topluluğu “barış için toplumsal girişim” hareketini başlattılar. Hareketin amacı Kürt sorununa kalıcı bir çözüm bulmak için müzakere sürecini başlatmak. Bunu bir demokrasi hareketi çerçevesine oturtmak. Sorunun çözümüne toplumsal destek sağlamak. Sorunun çözümüyle ilgili çalışmalar yapmak, düşünce üretmek.
Bugünkü koşullarda “demokratikleşme” iki anlam taşımakta. Birincisi, iktidarın yargı eliyle uyguladığı baskı,şiddet,sindirme siyasetine dur diyebilmek. Birilerinin iktidara “ hem muhalefete her türlü baskıyı uygulayacaksın, hem de Kürtler’le barış süreci yürüteceksin. Bu kabul edilemez” demesi gerekir.
“Demokratikleşme” nin bir başka anlamı ise, Kürt sorununa çözüm arayışlarını başlatmak. Bunu demokrasi çerçevesine oturtmak. Bu kanaldan Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunmak. Kürt sorununu içine almayan bir demokratikleşme süreci eksik kalacak,istenen sonuçu vermeyecektir. Kaldı ki, soruna kalıcı bir çözüm getirimediği takdirde ileride yeniden şiddete başvurulmayacağının güvencesi de yoktur.
Kürt sorununun çözümü için bir toplumsal dönüşüme ihtiyaç var. İnsanların farklılıklarıyla birlikte eşit ve özgürce var olabildikleri, bu farklılıkların yarattığı kimlik taleplerinin karşılandığı, tanındığı, kamusal alanda yer açıldığı çoğulcu bir toplum inşa edebilmeliyiz. Bu aynı zamanda demokratik bir devlet ve toplum olmanın gereği. Kürt sorununun çözümü çağdaş, çoğulcu bir demokratik cumhuriyete dönüşmenin vazgeçilmez temel taşı.