Sınır hattındaki Nusaybin’in Suriye yarısı denilebilecek Kamışlı’da 26 Nisan Cumartesi günü “Kürt Ulusal Kongresi” toplandı. PYD’nin ev sahipliğinde ve anlaşıldığı kadarıyla ABD ve Fransa’nın etkin kolaylaştırıcılığıyla düzenlenen kongreye Türkiye’den DEM, Irak Kürdistan Bölgesi’nden (IKB) KDP ve KYB, bu ikisinin desteklediği kuzey ve doğu Suriye’de PYD’nin alternatifi konumundaki ENKS gibi çeşitli Kürt siyasal oluşumları temsilci gönderdi.
Aslında söz konusu kongreden doğrudan bir federasyon talebi çıkmış değil. Buna karşılık yeni Suriye’de daha ademi merkeziyetçi bir yönetsel yapı çerçevesinde Kürtlerin de demokratik haklarının anayasal güvenceye kavuşturulması isteği yinelendi.
Birbirleriyle on yıllardır çekişen Suriye’den ve Irak’tan oluşumların bir araya gelebilmeleri ve sonuç bildirgesi üzerinde ortaklaşabilmeleri de mutlaka haber niteliği taşıyor.
Kongrenin sonuçlarına dışişleri bakanı Hakan Fidan gibi Suriye geçiş dönemi devlet başkanı Ahmet el Şara da tepki gösterdi. Her ikisinin de tepkilerinin hem zoraki hem alandaki somut durumla kısıtlı olduğu belirtilebilir. Özellikle Şara açısından Dürziler güneyde İsrail sınırındaki ve yakınlarındaki Süveyde merkezli bölgede fiilen özerk bir yönetime kurşun atmadan erişmişken benzer bir durumu Kürtlerden esirgemek çelişkili yahut siyaseten sıkıntılı bir tutum.
Öcalan’ın 26 Şubat’ta yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” metninde çizdiği perspektifle söz konusu kongrenin sonuç bildirgesinin pek uyumlu olduğu söylenemez. Nitekim Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katarlı mevkidaşıyla yaptığı görüşmenin ardından Doha’da yapılan basın toplantısında, “Suriye’de DEAŞ nasıl sistemden çıktıysa PKK da sistemden çıkacaktır. Ya kendi isteğiyle barış içerisinde, sulh içerisinde çıkacak. Ya da başka türlü çıkacak” ifadelerini kullandı.
Kamışlı’daki kongrenin ardından resmî açıklama yapılmaması herhalde Ankara’da temkinli bir bekleyişin sürdüğünü gösteriyor. Aynı zamanda Fidan’ın epey zaman sonra Fırat’ın doğusuna askerî harekât tehdidini yeniden masaya koyması ise gelişmelerin, AKP propaganda makinasının kamuoyuna pompaladığının aksine, ne -eğer varsa- Ankara’da yapılan bir plan dahilinde yürüdüğünü ne tüm olasılıkların tam olarak denetlenebildiğini ortaya koyuyor.
Böylece Erdoğan yönetimi bu konuda aynı anda hem sıcak hem soğuk üflüyor. Öte yandan “SDG komutanı” unvanıyla Mazlum Abdi’nin kongreden hemen önce Erbil’e giderek IKB yöneticilerinin yanı sıra Fransa Dışişleri Bakanı Jean Noel Barrot ile görüşmesi de AKP-MHP koalisyonunu açığa düşüren bir başka gelişme oldu.
Diğer taraftan İstanbul’un Esenyurt ve Şişli gibi ilçelerinin CHP’li Belediye Başkanları Ahmet Özer ve Emrah Şahan “kent uzlaşısı” gibi abes ve uydurma bir suçlamayla tutuklanırken, Kamışlı’daki kongreye katılan DEM heyeti Mazlum Abdi’yi ziyaretle fotoğraf verdi. SDG’yi PKK’nın Suriye uzantısı ve Mazlum Abdi’yi de resmen “terörist” olarak sınıflandıran Erdoğan yönetiminin bu duruma da sessiz kalması bir başka tutarsızlık.
PKK’nın silâh bırakma ve örgütü feshetme kararını alması beklenen kongresinin ise Kamışlı’daki kongrenin hemen ertesi günü (IKB’nin KYB denetimindeki güney yarısında bulunan) Süleymaniye’de toplanacağı söylenmekteydi. Bu gerçekleşmedi. Kandil’den yapılan açıklamada fesih ve silah bırakma kararının ancak doğrudan Öcalan’ın kongreyi yönetmesiyle alınabileceği gerekçesi ileri sürüldü.
Esasen “yeni süreç” adı altında İmralı’da yahut “İmralı” imgesiyle bir nevi şifrelenen Abdullah Öcalan’la yürütülen diyalog veya müzakere yapısal çelişkiler ve tutarsızlıklarla malûl. Zira devletin ilgili organlarının (herhalde MİT anlaşılmalı) PKK’yla yürütmesi “normal” karşılanabilecek “teknik” ayak, sürecin sağlığı gereği gizli ilerlemesi gerekirken kamuoyuna açık cereyan etmekte.
Buna karşılık, Genel Başkanımız Sayın Özgür Özel’in sürekli vurguladığı üzere, geniş toplum kesimlerinin katılımıyla ve tümüyle saydam biçimde TBMM merkezli yürümesi gereken veya en azından öyle umulan “politik” ayak ise ya hiç ortada yok ya da kamuoyundan gizli yürüyor. Eğer ara sıra sızdırılan haberler gerçeği işaret ediyorsa bazı yasal düzenlemeler hatta belki anayasal düzenlemeler bürokratların İmralı’yla yahut İmralı’da yapacakları mesaiyle yapılamaz.
Kaldı ki neredeyse yarım yüzyıldır etkinlik gösteren bir terör örgütünün ilk adım olarak silahlarını bırakıp, kendini feshettiği bir silsile öngören, böyle bir silsileye dayanan bir “barış süreci” örneği dünya tarihinde bulunmuyor. “DDR” kısaltmasıyla bilinen “silâh bırakma-terhis-yeniden topluma katılma” (“disarmament, demobilization and reintegration”) aşamalarına buna benzer süreçlerin en sonunda ulaşılıyor.
Münhasıran “silah bırakma” boyutuna odaklanırsak, yine ikna edici olmaktan epey uzak bir durumla karşılaşıyoruz: Bu yönde bir karar Kandil’den duyurulsa dahi denetimin nasıl yapılacağı belli değil. Silâhların nereye bırakılacağı veya kime nerede teslim edileceği de öyle. PKK’nın silAh bıraktığı takdirde militanlarını kendi kaderlerine terk edemeyeceği ve onyıllardır yuvalandığı Kandil başta Hakurk, Haftanin, Avaşin, Basyan, Gara, Metina gibi üslenme yerlerini bugünden yarına boşaltamayacağı da herhalde açık.
Dolayısıyla, görünürde AKP-MHP tarafından bir halkla ilişkiler kampanyası gibi öngörüldüğü anlaşılan silah bırakma özünde bir ateşkes ilânı olacağa benziyor. Gerçekten bir “süreç” olacaksa da ancak bu adımın atılmasından, daha doğrusu bu duyurunun yapılmasından sonra başlayabilecek. Temsil ve meşruiyet zafiyeti kendi giriştiği 19 Mart darbesiyle sıfırla çarpılmış otokratik bir rejimde böyle bir sürecin ne yürütülmesi ne başarıya ulaşması mümkün.
Zamanlama da ayrıca sorgulanmalı. Çünkü “süreç” Türkiye terörle mücadele konusunda en güçlü bir konumdayken ve ülke içinde yıllardır PKK eylem yapamazken tepeden inme başladı. Murat edilen “barışın” hangi taraflar arasında, nerede cereyan eden “savaşı” bitirmeye matuf olduğu en azından geniş toplum kesimleri tarafından anlaşılamadı. Keza aynı geniş toplum kesimleri varılacak barış yahut huzur hedefini paylaşsalar da bu hedefe böyle derme çatma bir “süreçle” ulaşılacağına ikna olmadıklarını 19 Mart darbesi sonrasında itirazlarını dile getirmek için doldurdukları meydanlarda da dışa vurdular.
Bu durumda “süreci” izah için ancak akıl yürütülebilir. Bir gerekçe, terörle mücadele adı altında yürütülen sınır ötesi askerî harekâtların olağanüstü maliyetinin kasanın tamtakır oluşuyla çelişmesi olabilir. Bir başka gerekçe, AKP-MHP koalisyonunun kendi iktidarlarının “bekası” için kısa vadeli siyasal kaygıları, DEM’i muhalefetten kendi akıllarınca ayırma güdüsü olabilir. Nihayet, Suriye’de ABD ve Fransa gibi devletlerle içeriğine vakıf olamadığımız bazı pazarlıklar perde gerisinden ilerliyor olabilir.
Belki söz Suriye düzlemine geri gelmişken bir yanlış anlaşılma da bilvesile giderilmeli: Suriye’nin veya herhangi bir komşu ülkenin kendi benimseyeceği yönetsel yapının evrileceği yön Türkiye için asla bir tehdit oluşturamaz. Burada kastedilenin aslında dört parçalı “Kürdistan’ın” bir gün birleşmesi yahut tersinden okunursa bir gün ülkemizin bölüneceği endişesi. Bu bakış açısı kaba saba olduğu denli ne gerçekçi ne akılcı.
Söz konusu dört ayrı ülkenin yani Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin her birinin kendine özgü koşulları, yapıları, tarihleri ve kültürleri var. Ayrıca Şevket Süreyya Aydemir’in daha 1970’te yazdığı üzere “Kavmiyet taassubu, milli şuur ve birleştirici mefkûre demek değildir." Dahası, Arnavutluk-Kosova örneğinde gözleneceği üzere son derece türdeş nüfus yapıları olan ülkeler dahi (veya sınırdaş Fransa ve İspanya Bask bölgeleri) mutlaka birleşecek olmadıkları gibi, Sırbistan-Karadağ örneğindeki gibi bunlar birleşikken sonradan ayrılabilirler de.
Kaldı ki, Irak için öne sürülen benzer kaygının hem bugün gelinen yerde Ankara-Erbil ilişkilerinin sağlığı, hem IKB’nin KDP ile KYB yarılarının ne denli teşvik edilseler de zinhar birleşemeyeceklerinin hepten anlaşılmasıyla yanlış çıktığı da açık.
Öte yandan üniter devlet yapısı ile ademi merkeziyetçilik veya yerinden yönetimin güçlü olması da birbirleriyle bağdaşmayan, birbirlerini sakatlayan olgular değil.
Cumhuriyetimizin kuruluşunda başat esin kaynağı olan Fransa sürekli ademi merkeziyetçilik yönünde ilerlerken halen Avrupa’nın en güçlü merkezine de sahip. Keza İspanya federasyon olmamasına rağmen 1975-82 arasında geçirdiği demokratikleşme dönüşümü, kavuştuğu “özerklikler devleti” yapısının kurulmasıyla atbaşı gitmiştir.
Türkiye’nin de bugün birincil meselesi cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmaktır. Ama demokratikleşmenin biricik yordamı “kimlikçilik” değildir. Her kimliğe, her etnisiteye bir anayasal statü ve bir bölge tanımlamak yaklaşımı daha ziyade Batı’nın adeta medeniyet öğretir bir tavırla pek çoğu eski sömürge üçüncü dünya ülkelerine önerdiği yahut kimi zaman dayattığı “tek beden” bir çözümdür ve kesinlikle “mecburi istikamet” sanılmamalıdır.
Eşit anayasal yurttaşlık ve hukukun üstünlüğü zaten her gerçek ve tam demokrasinin dayanakları. Çoğulculuk ise ilkesel düzeyde çoğunlukçu istibdadın panzehri. Dolambaçlı malumatfuruşluklarla, batıcılık ve küreselcilik gibi yaftalarla suçlanmaya çalışılan yönelim ise Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün ufkumuza koyduğu “çağdaş uygarlık düzeyini yakalama” çabasının ta kendisi.
Özetle, cumhurbaşkanı adayımız Sayın Ekrem İmamoğlu’nun Karar gazetesinde yayımlanan yazısının sonuç bölümünde yer verdiği “Milletimize yakışan en güçlü demokratik parlamenter sistemi, kuvvetler ayrılığı prensibini ve hesap veren, şeffaf, liyakatli kamu düzenini milletimize ve geleceğimize biz kazandıracağız.” ifadelerinde kendini bulan vizyon sanırım hepimize yeter.
Yeterli bulmayacak olanlar için dahi bugün “süreç” adı altında önerilen bulamaçtan çok daha sağlam bir tartışma zemini sunar. Ortak amaç vatanımızda yan yana değil iç içe; huzur, refah ve özgürlük içinde yaşayabilmek olmalıdır.
Somutlaştırmak gerekirse ve eğer içtenlik de varsa, öyle büyük harflerle “SÜREÇ” diye manşet atıp sonra altını doldurmaya çalışmak yahut kimsenin karşı çakamayacağı belli olan “BARIŞ” gibi bir kavramı sloganlaştırmak beyhude. Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Sözleşmesi’nin tümüyle kabul edilmesi, yasalardaki terör suçu tanımının Avrupa Birliği muktesebatıyla uyumlu hale getirilmesi ve AYM ile AİHM kararlarının derhal uygulanması gibi basit adımlar atılmasıysa “ne yapmak, nereye varmak istemek” temel sorularına verilecek yanıtların sağlamasını oluşturur.
Eğer meseleye salt “güvenlikçilik” yahut “ulusal güvenlik” pencerelerinden yaklaşmak yeğleniyorsa, o aranan güvenlik kuşağının da sınır ötesi Kürtler tarafından kendiliğinden sağlanacağı önermesi güncel ezberleri belki tepetaklak edecekse de doğrudur ve gerçektir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti ile Kürt yurttaşları arasında bin yıllık ortak tarihimizin imbiğinden damıtılan bir kimya, bir tılsım bulunmaktadır. Türkiye nüfusu rastgele bir araya gelmiş bir kalabalık değil ortak vatanı paylaşan ayrıştırılamaz bir alaşımdır.
Yukarıda anlatılanların hepsine birden ulaşmanın ortak çıkış noktası 19 Mart darbesi ve onun peşine gelen 26 Nisan dalgasının toplumsal itirazla karşılanıp, püskürtülmesi olacaktır. İçinde bulunduğumuz türden otokrat rejimlerde uzlaşmacı yaklaşım ancak baştaki ceberut zorbanın özgüvenini tazeler. Şimdi bu yanlışa düşmeden omuz omuza vermeli bir an önce Sayın İmamoğlu ve diğer tüm siyasal tutsakları zindanlardan kurtarmalı, seçim sandığını aziz milletimizin önüne koymalıyız.